Zuhruf suresi Mekke döneminde inmiş olup 89 ayettir. Sure adını 35. ayette geçen ve “çekici süsler” anlamında gelen “Zuhruf” kelimesinden almıştır. Sûrenin baş tarafında Kur’an’ın vahiy ürünü olduğu, fakat haddi aşan inkârcıların bunu kabul etmek istemedikleri ifade ediliyor. Geçmiş peygamberlerin hitap ettiği toplumlar içinde Allah’ın davetine rağmen tamamen şirkten ilham alan atalar kültüne sarılanların bulunduğu fakat bunların helâk edildiğinin bildirildiği sûrede Hz. İbrahim’in putçuluğu yıkıp tevhid anlayışını sonraki nesillere miras bıraktığı anlatılıyor. Hz. Peygambere mânen sağır olanlara sesini duyuramayacağı, körlere ve hak yoldan büsbütün sapanlara gerçeği gösteremeyeceği bildirilen sûrede Kur’an’ın hem peygamberin kendisi hem de iman edenler için öğüt ve şeref vesilesi olduğu belirtiliyor. Pek çok yerde olduğu gibi bu sûrede de Hz. Mûsâ’nın Firavun’la mücadelesine temas ediliyor ve Firavun ve taraftarlarının sonradan gelenlere ibret olacak şekilde helâk edildikleri anlatılıyor. Hz. İsa’nın tebliğine kısaca değinildikten sonra onun hakkında yanlış yola sapanlara elem verici azabın uygulanacağı bildiriliyor. Allah’ın âyetlerine iman edip emirlerine uyanların korkmayacakları ve üzülmeyecekleri belirtiliyor ve cennet nimetlerine kısaca temas ediliyor. Hz. Peygamberin müşriklerin iman etmeyişine yönelik Rabbine olan şikâyeti ve Rabbinin; onlara karşı sert davranmayıp kendilerine selâmet dilemesine dair sözleri anlatılıyor.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
1. Hâ Mîm.
“Ha-Mim” harfleri ile ilgili 2/1 ayetinin dipnotuna bakabilirsiniz.
2-3. (Gerçekleri) apaçık (gösteren) Kitab’a andolsun ki, aklınızı kullanarak iyice anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur’an yaptık.
“Mubîn” sıfatı, burada hem “açık, aşikâr, belli” hem de “açıklayan, ortaya koyan” anlamlarında kullanılmıştır. Yani Kur’an hem açıktır hem de açıklayandır, her şeyi açık olarak ortaya koyandır.
4. Ve O (Kur’an), katımızda bulunan bütün vahiylerin kaynağından çıkmıştır. O, gerçekten yücedir, hüküm ve hikmet doludur. Bkz. 56/77-80, 80/11-16
Ayette geçen “umm” kelimesi Ra’d suresinin 13/39 ayetinde de olduğu gibi “kaynak” anlamında kullanılmıştır. Yani Kur’an da diğer kitaplar gibi bütün vahiylerin kaynağından (Allah’tan) gelmiştir. Ancak bu ifade ile Kur’an’ın ezelden beri kayıtlı olarak korunduğu yerden çıktığını düşünmek doğru olmaz. Çünkü Kur’an’daki farklı hadiselerde ismi ya da lakabı geçen kişiler görülmektedir. Eğer Kur’an ezelden beri bir yerde kayıtlı olarak bulunuyorsa o zaman bu hadiselerde yer alan kişiler daha dünyaya gelmeden iradeleri ellerinden alınmış olur ki bu doğru olmaz. Allah’ın insanların gelecekte ne yapacağını bilmesiyle, bildiklerini kayıt altına alarak o insanlar daha dünyaya gelmeden bir yerde muhafaza etmesi ve daha sonradan bir kitap haline getirerek elçisine göndermesi aynı şey değildir.
5. Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Zikirle/Kur’an’la uyarmaktan vaz mı geçelim?
Her toplumun içinde haddi aşan, yoldan çıkan, toplumun düzenini bozan kişilerin olduğu ve bu kişilerle Kur’an’la ve Kur’an’dan çıkardığımız evrensel ilkeler ve doğrularla mücadele etmemiz, uyarıda bulunmamız gerektiği ifade ediliyor.
6. Hâlbuki daha önceki toplumlara da nice peygamberler göndermiştik.
7. Ama onlara hiçbir peygamber gelmedi ki onunla alay etmiş olmasınlar.
8. (Sonunda) şimdikilerden daha kudretli (oldukları halde) onları (yaptıkları yüzünden) helak ettik ve o eski toplumlar geçmişten sadece bir iz, bir hatıra oldular (ibret dolu hikâyelerle anılır oldular).
9. Andolsun ki, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan: “Onları mutlak güç sahibi, her şeyi bilen Allah yarattı” derler.
10. O, size yeri beşik kılan ve doğru gitmeniz için yeryüzünde yollar gösterendir.
11. O’dur gökten gerekli bir ölçüye göre suyu indiren. İşte, biz (nasıl) onunla ölü toprağa hayat veriyorsak, siz de böyle (öldükten sonra) yeniden (diriltilip) çıkarılacaksınız.
12. Ve O, bütün çiftleri yaratan ve sizin için (denizlerde) gemilerden, (karada) ehlî hayvanlardan binekler var eden de O’dur.
13. Bu sayede sırtlarına/üzerlerine bin(ip yolculuk ed)esiniz ve onlardan her faydalandığınızda Rabbinizin nimetini düşünerek şöyle diyesiniz: “Bütün bunları bizim yararımıza bir yasaya bağlayan Allah’ın şanı ne yücedir. O lütfetmeseydi biz bunlardan istifade etmeye güç yetiremezdik.
14. “Ve şüphesiz biz, sonunda mutlaka Rabbimize döneceğiz.”
15. Müşrikler tuttular (“melekler Allah’ın kızlarıdır” demek suretiyle) kullarından bir kısmını O’nun cüz’ü (parçası) saydılar. Gerçekten insan çok nankördür (şirk ve inkâr içindedir). Bkz. 2/116, 5/17, 72, 9/30, 16/57, 43/15, 53/21
16. Yoksa O, yarattıklarından kızları (kendine) edindi de erkekleri size mi ayırdı?
17. Ama onlardan birine Rahman (olan Allah)’a layık gördüğü (kız çocuğu) müjdelenince, yüzü simsiyah kesilir ve içi öfkeyle dolar.
18. “Süsler içinde büyütülen ve düşmanla mücadelede kendisini (erkek gibi) savunamayanı mı” (Allah’a yakıştırıyorlar)?
Ayet, kadınların süslenme özellikleri bakımından erkeklerden daha farklı olduğuna -ki takı ve ziynet eşyalarının kadınlar için yapıldığını çok iyi biliyoruz- savaşta, kavgada, tartışmada ve herhangi bir mücadelede kadınların erkekler kadar güçlü, sabırlı ve mukavemetli olamadığına işaret ediyor. Ayrıca Cahiliye toplumunun gözünde değer taşıyan iki önemli şey vardı; “söz ve savaş”. Bu ikisinde etkili olamayan kız çocuklarını, bu yüzden utanç vesilesi olarak görürlerdi. Burada, cahiliye toplumunun değer yargıları dile getirilerek onların kendi değerleri içinde de suçlu duruma düştükleri ortaya konmaktadır.
19. Onlar, Rahman’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular? (Elbette ki hayır.) Onların (bu küstahça) sözleri (amel defterlerine/hard disklerine) mutlaka yazılacak/kaydedilecek ve bunun hesabını (kesinlikle) verecekler!
20. Bir de tutup, “Eğer Rahman öyle dilemiş olsaydı, biz (ilâhlarımıza) tapmazdık.” diyorlar. (Ama) onlar (Rahman’ın) böyle bir şey (istediği) hakkında bilgi sahibi değiller ki. Onlar sadece saçmalıyorlar. Bkz. 6/148
21. Yoksa biz, onlara daha önceden bir Kitap vermişiz de ona dayanarak mı (Allah’tan başka ilahlar ediniyor ve onlara tapıyorlar)?
22. Hayır! Onlar sadece: “Biz atalarımızı geleneksel bir inanç üzerinde bulduk; kesinlikle biz de onların izinden giderek (onlar gibi) doğru yolda kalabiliriz” diyorlar.
23. İşte böyle, biz senden önce hiçbir memlekete/topluma bir uyarıcı göndermedik ki, oranın refah içinde şımarmış seçkinleri: “Biz atalarımızı geleneksel bir inanç üzerinde bulduk. Şu hâlde bize düşen onların izinden gitmektir” demiş olmasınlar.
24. (Her peygamber onlara:) “Ben size, atalarınızı üzerinde bulduğunuz inançtan daha doğrusunu getirmiş olsam da mı yine onların yolunu tutacaksınız?” deyince, dediler ki: “Doğrusu biz seninle gönderileni inkâr ediyoruz.”
Bugün de maalesef buna benzer tepkileri görmekteyiz. Ne zaman Kur’an’ı anlamaktan ve ona gidilerek din adına önümüze konan hurafeleri sorgulamaktan bahsedilse cahiliye müşriklerinin itirazına benzer sesler yükselmeye başlıyor. “Asırlardır kimse yaşadıklarımızı Kur’an’a giderek sorgulamayı akıl edemedi de şimdi bunlar mı ediyor? Atalarımız bütün bunları düşünemedi de bunlar mı düşünüyor? Nice âlimler geldi geçti, onlar bilemedi de bunlar mı biliyor?” gibi aşağılayıcı ve dışlayıcı söylemlerle çalışmaların önü kesilmek isteniyor. Oysa Kur’an bütün aydınlatıcı öğretilerini çağın vitrinine taşıyacak içeriğe sahiptir. Birileri bildi ya da bilemedi, düşündü ya da düşünmedi o bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren; yaşadıklarımızın Kur’an’la örtüşüp örtüşmediğidir. Kur’an’la yüzleştiğimiz zaman yaşadıklarımızın Kur’an’da karşılığı yoksa İslâmî bir hayatımız olduğunu iddia edemeyiz.
25. Bunun üzerine biz de (yaptıkları yüzünden hak ettikleri cezayı vererek) onlardan intikam aldık (haklarını teslim ettik). İşte bak o (elçileri) yalanlayanların sonu nasıl oldu?
26-27. Hani İbrahim, babasına ve kavmine şöyle demişti: “Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben, yalnız beni yaratana kulluk ederim. Bana, O, doğru yolu gösterecektir.” Bkz. 6/74, 19/43
28. (Allah, Tevhid inancının ilanı olan İbrahim’in) bu sözünü, (insanlar Hak dine) dönsünler diye O’ndan sonra gelen nesillere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı.
29. Doğrusu ben, onların da atalarının da kendilerine hak olan (Kitap) ve (onu) açıklayan bir resul gelinceye kadar istedikleri gibi yaşamalarına izin verdim:
30. Fakat kendilerine hakikat (tüm açıklığıyla ortaya konan ayetlerle) gelince: “Bu (Kur’an sihirbazların uydurduğu) bir büyüdür, (bu yüzden) biz onu tanımayız” dediler.
31. “Bu Kur’an, iki şehirden (Mekke ve Tâif’ten) bir büyük adama indirilseydi ya!” dediler.
Onlara göre Kur’an ya Mekke’nin zengin ve itibarlı kişilerinden Kureyş’in büyüğü ve efendisi Velid ibn Muğîre’ye veya Tâif’in zenginlerinden Urve ibn Mes’ûd es-Sakafi’ye indirilmeliydi. Oysa Allah elçi seçerken kimsenin soyuna, eğitimine, servetine, itibarına, şöhretine bakmıyor. Kaldı ki soy bakımından Hz. Peygamber onların en şereflisi idi. Allah’ın peygamberliği kullarından dilediğine vermesi konusunda bkz. 28/68
32. Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini kimine, derecelerle üstün/farklı kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
Hayatın devam etmesi için zorunlu olarak insanların farklı işlerde çalışması gerekir. İsra 17/84. ayette “Herkes kendi varlık yapısına/kabiliyetine/istidadına/mizacına göre iş yapar…” buyrulmaktadır. Ayetteki “kimini kimine, derecelerle üstün/farklı kıldık” ifadesi, bir sınıfın diğer bir sınıfa ya da bir ferdin diğer bir ferde egemenliği anlamında değildir. Hayat çarkı tüm insanları kendisiyle birlikte döndürüyor ve bu dönüşte insanların kabiliyetlerine göre ortaya koydukları çalışmalarla dünyanın dengesi sağlanıyor. Onun için Allah insanların kabiliyetlerini, isteklerini ve mesleklerini farklı yaratmıştır. İşveren mühendise ve işçiye iş kurar, işçi mühendise ve işverene çalışır, mühendis işçiye ve işverene hizmet eder. Böylece sahip oldukları farklı yetenek ve niteliklerle hayatın akışına katkıda bulunurlar.
33. Eğer insanların (inkârcıların dünyadaki refahına bakıp onlar gibi yaşamak isteyerek) küfürde birleşen tek bir ümmet olması (tehlikesi) olmasaydı, Rahman olan (Allah’)ı inkâr eden herkese (öyle servet verirdik ki,) evlerinin tavanları ve üzerine çıkıp yükselecekleri merdivenler gümüşten olurdu.
34-35. (İnkârcıların dünyadaki) evlerinin kapılarını ve üzerine kuruldukları koltuklarını da (gümüşten) yapardık. Ve (daha nice) çekici süsler (de verirdik). Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici malından ibarettir. Ahiret nimeti ise, Rabbinin katında, Allah’ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.
36. Kim de Rahman’ın Zikri’ni (Kur’an’ı) görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan musallat ederiz. Artık o, onun ayrılmaz dostudur.
Kur’an’ı görmezden gelmek, ona inananlara has bir ifadedir. Nitekim bir sonraki ayette “onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar” cümlesi bunu doğrulamaktadır. Kur’an’ı inkâr eden zaten onunla ilgili hiçbir şeyi kabul etmiyor ki onu görmezden gelsin. Ama kendini doğru yolda sandığı halde Kur’an’ın sesini duymak, mesajını görmek ve onun konuşan canlı haliyle tanışmak istemeyen sözüm ona nice Müslümanlar vardır. İşte bu tip Müslümanların başının beladan neden kurtulamadığını ayet anlatıyor. Çünkü Allah onların başına şeytanı musallat etmiştir. Bir sonraki ayette buyrulduğu gibi “şeytanın onları yoldan çıkardığını ve fakat onlar kendilerinin -ataları gibi- doğru yolda olduğunu sanırlar.”
37. Şüphesiz ki bu (şeyta)nlar onları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
38. Sonunda bize geldiğinde, arkadaşı (olan şeyta)na: “Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı (da bu durumlara düşmeseydim)! Ne kötü arkadaşmışsın sen!” der.
39. Onlara: “(Bu pişmanlık ve temenniniz) bugün size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü (dünyada Hak yoldan saparak kendinize) zulmettiniz. Şimdi hepiniz azapta ortaksınız!” denir.
40. Sağırlara sen mi duyuracaksın yahut körleri ve apaçık bir sapıklık içinde olanları sen mi doğru yola ileteceksin?
41-42. (Ey Resul!) Biz seni onların arasından (vefat ettirip) yanımıza alsak da onlardan yine (yaptıkları kötülüklerin karşılığını vererek) intikamı alacağız. Yahut onlara vaad ettiğimiz azabı, dünyada sana göstereceğiz. Çünkü onlara karşı biz her zaman güçlüyüz.
43. Öyle ise sana vahyedilene sımsıkı sarıl! Şüphesiz sen doğru bir yol üzerindesin.
44. Muhakkak ki bu (Kur’an) senin ve halkın/kavmin için bir öğüttür. Zamanı gelince hepiniz O’na karşı, tutumunuzdan dolayı hesaba çekileceksiniz.
Kur’an’ın öğüt olması onun anlaşılmasına bağlıdır. Anlaşılmayan bir şeyin öğüt olması düşünülemez. Yani birilerine önemli konularda nasihat vereceksiniz ama bu nasihati onların anlamadığı bir dille yapacaksınız ve bunun onlar üzerinde de etkili olmasını bekleyeceksiniz. Bu olacak şey değil. İslam dünyasının Kur’an’la olan münasebeti bu konuda en somut örnektir. Onun için Kur’an’ı ve açıklamasını mutlaka kendi dilimizle okumak ve anlamak zorundayız. “Kendi dilimizde okumaktansa onun dilini anlamaya çalışsak daha iyi olmaz mı?” ifadeleri sadece bir aldatmaca ve oyalamacadır. Çünkü Milyonlarca insan kendi diliyle Kur’an’ı okuyabilir ve bu yolla dinini öğrenebilir ama bunun yüzde biri Kur’an’ın dilini öğrenerek ondan dini öğrenemez. Zira bu iş öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Her geçen gün daha da dünyevileşen insanın böyle bir gayrete girmesi oldukça zor ve uzak ihtimaldir.
45. Senden önce gönderdiğimiz resuller(in gerçek ve samimi takipçilerine) sor bakalım, biz, Rahman (olan Allah’)ın dışında başka tanrılara tapılmasına hiç izin vermiş miyiz?
Bütün peygamberlerin getirdiği dinler incelendiği zaman anlaşılır ki, hiçbir peygamberin dininde Allah’tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yüklemek yoktur. Yani ilk peygamberden itibaren insanlığa sunulan Allah’ın dininin değişmez temeli tevhiddir. Hz. Peygamber kendisinden önceki peygamberlerin gerçek ve samimi takipçilerine soruyor; “Rahman olan Allah’tan başka tapılacak ilahlar var mıdır?” Bu soru karşısında sessizlik hâkim oluyor. Çünkü hiçbir peygamberin aldığı vahiy de tevhidi yaralayan en küçük bir ize rastlamak mümkün değildir.
46. Andolsun, biz Musa’yı (Allah’ın Rab oluşuna apaçık delil teşkil eden) âyetlerimizle Firavuna ve oligarşisine göndermiştik de o (onlara): “Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim” demişti.
47. Musa onlara ayetlerimizi getirdiğinde onlar bu ayetlere gülüyorlardı.
48. Onlara (ayrıca) her biri diğerinden daha büyük olan mucizeler gösterdik. Doğru yola dönsünler diye onları (küçüklü büyüklü farklı şekilde) azaba uğrattık. Bkz. 7/133-136, 17/101
49. (Bunun üzerine dediler ki:) “Ey büyücü! Sana verdiği söze dayanarak, bizim için Rabbine dua et. Çünkü biz artık doğru yola gireceğiz.”
50. Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden döndüler.
51. Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?
52. Ben, şu zavallı, nerede ise maksadını anlatmaktan aciz olan adamdan daha hayırlı/iyi değil miyim?
53. Eğer o dediği gibi ise, üstüne gökten altın bilezikler atılmalı yahut beraberinde melekler gelmeli değil miydi?”
54. İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi ve sindirdi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar doğru düşünme melekelerini kaybetmiş, bozguncu bir kavimdi.
55. Böyle Bize meydan okumaya devam edince, biz de onlardan (yaptıklarının cezasını vererek) intikam aldık. Sonunda onları toplu olarak (suda) boğduk. Bkz. 2/50, 10/90-92, 43/55-56
56. Onları, sonradan gelecek inkârcılara, geçmiş bir ibret ve örnek kıldık. Bkz. 10/92, 43/55-56
57. (Ey Resul!) Meryemoğlu (İsa), bir örnek olarak anlatılınca, senin toplumun buna karşı (seni susturacak bir delil buldukları düşüncesiyle) hemen yaygaraya başladı.
58. Ve dediler ki: “Bizim tanrılarımız mı daha hayırlıdır, yoksa İsa mı?” Bunu sadece seninle tartışmak için ortaya attılar. Şüphesiz onlar kavgaya ve düşmanlığa pek düşkün bir topluluktur.
Müşrikler Hz. Peygambere; “sen bizim ve bizimle beraber putlarımızın da cehenneme gideceğini söylüyorsun (Enbiya 21/98). Ama Hıristiyanlar da İsa’ya Allah’ın oğludur gerekçesiyle kulluk ediyor, ondan istekte bulunuyor, onu kurtarıcı olarak görüyorlar. O halde İsa da bütün Hıristiyanlarla beraber cehenneme gidecektir.” Bunun üzerine bir sonraki ayet nazil oldu.
59. Oysaki o (İsa), sadece, kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.
60. Eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde sizin yerinize geçecek melekler yaratırdık.
Yukarıdaki ayetlerde, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesiyle, İsrailoğullarına ilâhî kudretin bir tecellisi olarak getirilen hem bir peygamber hem de diğer insanlar gibi bir kul olduğu, bazı Hristiyanların iddia ettiği gibi ibadet edilmesi gereken bir tanrı olmadığı anlatılmaktadır. Ancak doğru yoldan sapmış ve Hz. İsa’ya kulluk sunmayı ibadet olarak gören Hristiyanların durumundan o sorumlu değildir. “Allah (kıyamet günü) şöyle buyuracak: Ey Meryemoğlu İsa! “Sen mi insanlara, Allah’la beraber beni ve annemi iki ilah edinin, dedin?” (Bunun üzerine) İsa da şöyle diyecek: “Tenzih ederim Seni. Hak olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz.” (Maide, 5/116)
61. Şüphesiz o, kıyametin (kopacağının) bir bilgisidir. Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin ve bana uyun. Dosdoğru yol budur.
“Kıyametin kopacağının bilgisi”, “kıyamet alametleri/işaretleri” olarak adlandırılır. Kıyametten onlarca sene önce belirmeye başlayacağına inanılan bu alametler çok farklı şekillerde yorumlanır. Oysa Kur’an’da zikredilen alametler, kıyametin başladığını gösterir. Yani onlarca sene önceden ortaya çıkarak kıyametin yaklaştığı haberini vermez. Nitekim En’am 6/158 ve bunun gibi daha pek çok yerde: “Bu saatten sonra iman etmenin kimseye bir faydası yoktur” şeklindeki ayetler de bu görüşü doğrulamaktadır. Kur’an’da bahsedilen alametler gerçekleştikten sonra iman kabul edilmiyorsa bu demektir ki; geleneksel inanıştaki kıyamet alametleriyle Kur’an’daki alametler birbirinden farklıdır. Kur’an’daki alametler kıyamet koparken gerçekleşir. Ayrıca kıyamet ansızın gelen demektir, ansızın gelecek olanın alametinin olmayacağı açıktır.
62. Sakın şeytan sizi (Allah’a giden) yoldan çevirmesin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.
63. İsa, apaçık delillerle/kanılarla geldiği zaman şöyle demişti: “Ben size hikmeti getirdim ve hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyle ise, Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin!”
64. Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk edin! İşte dosdoğru yol budur.
65. Sonra (Yahudi ve Hıristiyan) gruplar (İsa hakkında) aralarında ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline!
66. Onlar ancak beklenen o saatin (kıyametin), farkına varmadıkları bir halde ansızın kendilerine gelmesini bekliyorlar.
67. O gün Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dostlar birbirine düşman olurlar.
68-69. (O gün Allah şöyle buyurur:) “Ey ayetlerimize iman eden ve Müslüman olan kullarım! Bugün sizin için korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de.”
70. Onlara: “Siz ve eşleriniz sevinç ve mutluluk içinde cennete giriniz” denir.
71. Onlar için altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Ve siz orada oturup kalacaksınız.
72. Geçmişte yaptıklarınıza karşılık mirasçı kılındığınız cennet işte budur.
Bir şeye mirasçı olmak için ondan sonra yaşamış olmak gerekiyor. Oysa cennet bizim henüz ulaşamadığımız bir âlemde bulunmaktadır. Demek Allah kulunu cennetteki ebedi nimetlere mazhar olsun diye halife olarak dünyaya getirmiştir. “Geçmişte yaptıklarınıza karşılık” demek, “dünyada yaşadıklarınıza mukabil” demektir. İnsan öyle bir hayat ortaya koymalı ki karşılığında miras olarak cenneti almalıdır. Geçici dünyalıklara varis olmak için bile kan bağı gerekirken, ebedî cennet nimetlerine varis olmak için kuru bir hayat yeterli olmaz. Cennete varis olmak amellerin güzel ve hayırlı olmasından, mücadeleden, çalışmaktan, dik durmaktan, doğrulara sahip çıkmaktan, Haktan yana olmaktan geçer. Ateşe varis olanlarla aynı hayatı yaşamak, onların zulmüne alkış tutmak, kötülüklerini görmezlikten gelmek, zararlı davranışlarına karşı susmak, hak ve özgürlükleri engellemelerine razı olmak, Allah’ın hayata müdahalesine karşı çıkan söylemlerine tepkisiz kalmak cennete varis olmaya mâni olur.
73. Orada (dünyada yaptıklarınızın) meyvelerini bolca görecek (ve) onları tadacaksınız!
74. Şüphe yok ki (Hakka karşı direnen) suçlular da cehennemde kalacaklardır.
75. Onların azapları hafifletilmeyecek ve onlar orada derin bir ümitsizliğe kapılacaklardır.
76. Onlara biz zulmetmedik, onlar (inkâr etmek ve Allah’ın dinini alaya almak yoluyla cehennemi hak ederek) kendilerine zulmettiler.
77. Onlar (cehennem bekçisine): “Ey Malik (melek)! Rabbin artık bizi öldürsün” diye seslenecekler. Malik de: “Siz böylece kalacaksınız (ölmeyeceksiniz)” diyecek.
78. Bunun üzerine (Allah tarafından onlara şöyle seslenilecek:) “Biz size hakkı getirmiştik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmamıştınız.”
79. (Ey Resul!) Yoksa (Hakikatin) ne olması gerektiğine o (hakikati inkâr ede)nler mi karar verecek? Hayır, (hem hakikati belirlemeye ve hem de onları cezalandırmaya) kararı verecek olan Biziz.
80. Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar? Hayır, öyle değil, yanlarındaki elçilerimiz (melekler, her şeyi) yazıyor.
81. De ki: “Eğer Rahman’ın bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum.” Bkz. 39/4
82. Göklerin ve yerin Rabbi, kudret ve egemenlik tahtının Rabbi de olan Allah, onların isnat ettikleri her türlü vasıftan uzaktır.
83. Bırak onları! Kendilerine vaadedilen (azap) günlerine kavuşuncaya kadar dalsın, oynayıp oyalansınlar!
84. (O zaman anlayacaklar ki) gökte de ilâh olan O’dur, yerde de ilâh olan O’dur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyi) hakkıyla bilendir.
85. Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın şanı yücedir. Kıyamet saatinin bilgisi sadece O’na aittir. Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz (ve hesabınızı da O’na vereceksiniz).
86. Allah’tan başka yalvardıklarının (onlara) şefaat/yardım etmeye güçleri yetmez. Ancak bilerek Hakkın şahitleri olan (melekler Allah’ın razı olduğu kuluna şefaat/yardım) eder. Bkz. Bkz.2/123, 255, 6/51, 70, 10/3, 20/109, 34/23 ve dipnotu, 53/26, 78/38
Eşlik etmek, yardımcı olmak ve arka çıkmak gibi anlamlara gelen “şefaat” dini ıstılahta; “bir kimsenin suçunun, günahının bağışlanması ya da dileğinin yerine getirilmesi için Allah’la kul arasında yapılan aracılık” demektir. Şefaat konusunda Kur’an’da onlarca âyet bulunmasına rağmen Müslümanlar arasında asırlardan beri tartışma konusu olmuştur. Oysa Kur’an iyi anlaşıldığı taktirde görülecektir ki; Allah’ın bağışlamasının dışında kişinin şefaatçisi kendi amelleridir. “Hiç kimsenin başkasına bir yararının olmayacağı, hiç kimseden fidye kabul edilmeyeceği, hiç kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların hiçbir yerden yardım görmeyeceği günden sakının!” (Bakara 2/123) “Kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi bulunmaksızın, Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkanları, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, bu (Kur’an ile) uyar!” (En’am 6/51) Aynı muhtevaya sahip daha pekçok ayet bulunmaktadır. Şefaat ancak cennet ehli için sözkonusu olacaktır. “Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, (O’nun) dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar” (Necm 53/26). “Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimseye şefaat edemeyecek.” (Meryem 19/87) Bu ayetlerden de anlıyoruz ki şefaat; Allah’ın cennet ehline yapacağı yardımın melekler vasıtasıyla gerçekleştirilmesidir. Bu konuda Sebe suresi 34/23. Ayetin açıklama kısmına da bakabilirsiniz.
87. O müşriklere kendilerini kimin yarattığını sorsan, hiç kuşkusuz “Allah” diyeceklerdir. O halde nasıl oluyor da Haktan saptırılıyor ve batılın peşinden koşturuluyorlar?
88-89. Allah, (Elçisinin:) “Ya Rabbi! Bunlar inanmayan bir kavimdir” sözüne (şöyle karşılık verir): “(Ey Resul!) Sen onlara aldırma (yaptıklarını görmezden, söylediklerini duymazdan gel) ve kendilerine selamet dileyerek yoluna devam et! Çünkü onlar zamanı geldiğinde (hakikati) anlayacaklardır.”