Fussılet suresi, Mekke döneminde inmiş olup 54 ayettir. Sure adını üçüncü ayette geçen ve Kur’an ayetlerini niteleyen “Genişçe açıklandı” anlamındaki “Fussılet” kelimesinden almıştır. Sûrede müjdeleyici ve uyarıcı olan Kur’an’ın uydurulmuş bir kitap olmadığı Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirildiği belirtiliyor. İnat ve kibirleri yüzünden Allah’a şirk koşanların zekât vermeyen, infak etmeyen ve âhirete de inanmayan kimseler olduğu, ama inanan ve sâlih amel işleyenler için tükenmeyen bir mükâfatın hazırlandığı bildiriliyor. Allah’ın kudret ve azametinin delilleri gösterilerek O’na ortak koşmanın anlamsızlığı dile getiriliyor. Allah’ın bereket ve rızıkla dolu olan yeryüzüyle sırlarla dolu olan yedi kat gökyüzünü çeşitli aşamalardan geçirerek yarattığı ve her birine bir düzen ve işleyiş takdir ettiği anlatılan sûrede Allah’tan gelen âyetleri inkâr etmenin, O’nun öğretilerinden yüz çevirmenin Âd ve Semûd kavimlerinin başlarına gelen felâket gibi bir felâketi getirebileceğine vurgu yapılıyor. Allah’ın düşmanlarının uyarıldıkları halde gerçekleri kabule yanaşmadıkları ve zalimliklerine devam ettikleri için hem dünyada hem de âhirette hesaba çekilecekleri fakat âhiretteki hesaplarının dünyaya nispetle daha ağır olacağı, bu konuda kulaklarının, gözlerinin ve derilerinin kendi aleyhlerine şahitlik edeceği vurgulanıyor.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
1. Hâ Mîm. Bu harflerle ilgili 2/1 ayetinin dipnotuna bakabilirsiniz.
2. (Bu vahyin) indirilişi Rahman ve Rahim (olan Allah’)tandır.
3. (Bu öyle bir) Kitaptır ki, (taşıdığı) mesajlar, (aklını işleterek) anlama ve kavrama yeteneğini kullanan (her) bir topluluk için ayetleri belli bir sistem dahilinde dizilmiş Arapça bir kitap olarak apaçık beyan edilmiştir.
4. (İman eden ve sâlih amel işleyenler için) Müjdeleyici ve (inkâra ve inkârın sürükleyeceği azaba karşı) uyarıcı olarak (inmiş olmasına rağmen) onların çoğu (inkârdan yana olup Kur’an’dan) yüz çevirmiştir. Artık onlar (gerçeklere) kulak vermezler.
5. Dediler ki: “(Ey Muhammed!) Bizi çağırdığın şeye karşı kalbimizde (kavramamızı engelleyen) bir perde, kulaklarımızda (işitmemize mâni) bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir engel vardır. Şu hâlde sen (elinden geleni) yap, unutma ki biz de (elimizden ne geliyorsa onu) yapacağız!”
6. (Ey Resul!) De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. O’na yönelerek kendinizi düzeltin! O’ndan af dileyin! (Hakikat ortada apaçık dururken) O’na ortak koşanların vay haline!”
7. Onlar zekâtı vermezler (karşılıksız infakta bulunmazlar). Onlar ahireti de inkâr ederler.
8. (Ama) inandıktan sonra doğru ve yararlı işler yapanlar için ise kesintisiz bir mükâfat vardır.
9. De ki: “Gerçekten siz, yeri iki evrede yaratanı inkâr ediyor ve O’na birtakım eşler mi koşuyorsunuz? Hâlbuki O, (tek başına bütün) âlemlerin Rabbidir.”
10. O, (arzı yarattıktan sonra,) üzerine sarsılmaz dağlar yerleştirdi, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak (her mevsime ve bölgeye göre çeşit çeşit yetişen) rızıklar takdir etti. Bunların hepsi tam dört evrededir.
“Dört evre” ile beraber önceki ayette zikredilen “iki evre” yi de toplarsak, yerlerin ve göklerin yaratıldığı “altı evre” ortaya çıkmış olur (7/54, 10/3, 11/7, 25/59, 32/4, 50/38, 57/4). Sadece yeryüzünün iki evrede yaratıldığı ve sonra da birkaç evre geçirerek bugünkü duruma geldiği bilinmektedir. Bu iki evre, gaz halindeki kâinatın yoğunlaşarak bir araya gelmesi, sonra da parçalanarak göklerin ve yerin oluşmasıdır.
11. Sonra, (sadece) gaz/duman halinde olan göklere şekil verdi; ona ve yeryüzüne: “İkinizde İsteyerek veya istemeyerek (varlık alanına) gelin” buyurdu. O ikisi de “İsteyerek geldik/uyum sağladık” dediler. Bkz. 16/15, 21/30, 79/32
“Gaz hali” nden kasıt; evrenin bütün maddî unsurlarının kaynağını teşkil eden asal bir element olan hidrojen gazıdır.
“Allah’ın emrine göklerin ve yerin boyun eğmesi”; Allah’ın, varlık âlemindeki bütün yaratılmışlar üzerindeki sonsuz kudretinin sonuçlarını tasvir etmekten ibarettir. “İsteyerek veya istemeyerek” ifadesi ise, Allah’ın iradesinin mutlak bir şekilde tecelli edeceğini gösteren mecâzi bir anlatımdır.
12. Böylece onları iki evrede yedi gök (çok sayıda kozmik sistem) olarak yarattı, her göğe kendi işlevini yükledi. Biz, yere en yakın olan gökyüzünü kandillerle süsledik ve onları (çökmeye/düşmeye karşı) yıkılmaktan, (sesleri ve görüntüleri birbirine karışmaktan) koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve (her şeyi) hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.
Bkz. 2/29, 17/44, 23/17, 65/12, 71/15-16
13. Eğer yüz çevirirlerse, onlara de ki: “Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerini çarpan yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyarıyorum!”
İnkârcılara yapılan bu uyarılar bugünün insanı için ne ifade ediyor, buna da bakmak lazım. Ayetteki “yüz çevirme” söylemi, Müslüman kimliğiyle yaşayıp da Kur’an’dan yüz çeviren ve Kur’an yerine rivayetlere ve hurafelere itibar eden, akli değil nakli ve taklidi esas alan, bilimi değil yobazlığı ve bağnazlığı tercih eden, rızayı değil riyayı ve çıkarı düşünen kültürel şartlanmışlıkları ve algılarıyla hareket eden kişiler için bir anlam taşımıyor mu? Bu uyarılara muhatap olmak için illa da inkârcıların safında yer almak gerekmez herhalde.
14. Hani onlara, kendilerinden önce de kendilerinden sonra da resuller gelmişti de Allah’tan başkasına kulluk etmeyin demişlerdi. (Onlar da:) “Rabbimiz dileseydi (bize elçi olarak) melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz” demişlerdi.
15. (Sonra) Âd kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve: “Bizden daha kuvvetli kim var?” dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha kuvvetli olduğunu (varlık âlemindeki eşyaya bakarak) görmediler mi? Onlar bizim ayetlerimizi kasten inkâr ediyorlardı.
16. Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine soğuk bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı elbette daha rezil edicidir. Onlara (orada) yardım da edilmeyecektir.
17. Semûd kavmine gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik. Ama onlar doğru yolda gitmektense körlüğü (ve dolayısıyla sapkınlığı) tercih ettiler. Neticede, (işledikleri kötülükler ve kazandıkları günahlar yüzünden) üzerlerine yıldırım gibi inen alçaltıcı bir azap kendilerini kıskıvrak yakalayıverdi.
18. İnananları ve Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanları ise kurtardık.
19. Allah düşmanlarının (mahşerde) ateşe sevk olunmak üzere toplanacakları gün, işte onların hepsi, ateşe bölükler halinde sürülecekler.
20. Nihayet oraya vardıkları zaman, kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları işler hakkında, kendileri aleyhine şahitlik edecek. Bkz. 24/24, 36/65 ve dipnotu
21. Derilerine: “Aleyhimize niçin şahitlik ettiniz?” diyecekler. Derileri: “Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattığı gibi şimdi de O’nun huzuruna dönüp gelmişsiniz” diyecekler. Bkz. 28/78, 30/9, 40/82
22. “Siz (günahları işlerken) kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz. Yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz.” Bkz. 24/24, 36/65 ve dipnotu
23. “İşte Rabbiniz hakkında taşıdığınız bu düşünce sizi helak etti. Böylece kendinizi hüsrana uğrayanlar arasında buldunuz!”
24. İster sabretsinler ister etmesinler, (yaptıkları yüzünden) onların durağı ateş olacaktır. (Ahirette) kendilerini düzeltmelerine izin verilmesi için (Allah’tan özür dileyip) yalvarsalar da buna izin verilmeyecektir (çünkü geri dönüşü olmayan bir yola girmişlerdir).
25. Ve (inkâra ve isyana devam ettiklerinden dolayı) onlara (şeytanî dürtülerini) öteki kişilikleri (olarak) musallat ettik ve bunlar, onlara hem önlerindeki (dünya zevklerini) ve hem de arkalarındaki (ahiretin inkârı)nı süslü gösterdiler. Bu yüzden kendilerinden önce gelip geçmiş olan görünen ve görünmeyen tüm iradeli topluluklar hakkındaki azap sözü onlar için de kaçınılmaz oldu. Böylece onların hepsi de ziyana uğrayanlardan oldu.
26. İnkârcılar dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın!” Bkz. 17/47, 21/3
Her vahiy geldikçe, insanlardan birileri Müslüman oluyor ve böylece her gün inananların sayısı çığ gibi büyüyordu. Bu durumdan rahatsızlık duyan Mekkeli müşrikler, gelen İlahi mesajları insanlara duyurmamak için hem şamata yapıyor hem de bugün olduğu gibi farklı söylemlerle gündem oluşturuyorlardı. Ama bütün bu engellemelere rağmen başta Allah’ın Resulü Hz. Muhammed olmak üzere onun dava arkadaşları ve gönül dostları iyiliği yaşamaktan ve yaymaktan, kötülüğü engellemekten ve sakındırmaktan geri kalmıyordu.
27. İşte (buna karşılık biz de) o inkârcılara şiddetli bir azap tattıracağız ve onları, yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.
İnkârcıların “Yaptıklarının en kötüsüyle cezalandırılması”, işledikleri eylemin büyüklüğüyle ve etkisiyle alakalıdır. Onlar sadece inkâr etmiyordu, aynı zamanda Müslümanları inandıklarından vazgeçirmek ve Allah’ın mesajının insanlara ulaşmasını engellemek için ellerinden geleni yapıyordu. İnkârı düşmanlığa dönüştürerek dünyayı yaşanmaz hale getiriyordu. Fesat çıkarmaktan keyif alıyor, temel hak ve özgürlükleri çiğnemekten mutlu oluyordu. İnsan fıtratıyla örtüşmeyen ne varsa onu hayata geçirmekten zevk alıyor, hayvanları dahi utandıracak ve hayrete düşürecek bir yaşam ortaya koyuyordu. Allah’ın varlığını, varlıklar üzerindeki otoritesini, verdiği nimetleri hiç düşünmüyor, toplumu inançsızlığa sürüklemek için var güçleriyle çalışıyordu. Bu kötü davranışların da cezası elbette ki büyük olacaktır.
28. İşte Allah’ın düşmanlarının cezası ateştir. Ayetlerimizi bile bile inkâr etmelerinin cezası olarak, onlar için orada ebedî kalacakları cehennem yurdu vardır.
29. İnkârcılar cehennemde: “Ey Rabbimiz! Görünen ve görünmeyen varlıklardan bizi saptıranları bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım ki en aşağılıklardan olsunlar” diyecekler.
30. Şüphesiz “Rabbimiz Allah’tır” deyip de sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler inecek ve onlara şöyle diyecekler: “Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilmiş olan cennetle sevinin!”
31. “Biz dünya hayatında (olduğu gibi), ahirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır.”
32. “(Bütün bunlar) çok bağışlayan, çok merhamet eden Allah’tan bir ağırlanma olarak (size lütfedilmiştir).”
33. (İnsanları kulluk için) Allah’a çağıran, doğru ve adil olanı yapan ve “Muhakkak ki, ben Allah’a teslim olanlardanım!” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?
34. İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.
Düşmanın şerrinden emin olmanın bir yolu da ona iyilik etmektir. “İnsan iyiliğin kölesidir” diye veciz bir söz vardır. İnsan, fıtratı gereği yapılan iyiliğe karşı mutlaka pozitif anlamda karşılık verir. Böylece gönül kendine iyilik edene yumuşar, kin ve nefret ortadan kalkar, düşmanlıklar son bulur. Hz. Peygamberin ve sahabenin hayatında bu ayetin bereketini sık sık görmek mümkündür. Ayrıca tarihin hiçbir döneminde kötülükle çözülmüş bir soruna rastlamak mümkün değildir. Bütün savaşlar kötülükle, öfke ile başlamış, kinle inatla devam etmiş ama son bulması masa başında güzellikle uzlaşarak olmuştur. Bu da gösteriyor ki; kötülükle, kavga ile hayırlı netice beklemek beyhudedir.
35. Bu (kötülüğe iyilikle karşılık verme) davranışına ancak sabredenler kavuşturulur. Ayrıca buna ancak (hayırdan ve faziletten) büyük payı olanlar kavuşturulur. Bkz. 23/96
36. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni (anlamsız ve sebepsiz bir öfkeye) sürükleyecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, (her şeyi) hakkıyla işitendir, (her şeyi) hakkıyla bilendir. Bkz. 7/200, 23/97-98
Bu konuda Allah’a sığınmak için sadece Arapça bir metin olarak “Eûzu billahi mineşşeytanirracîm” demek yetmez. İnsan, iradesini ortaya koyarak bütün içtenliğiyle Allah’a teslim olmalı, O’na güvenmeli, O’nunla birlikteliği içselleştirmeli, O’nun emirlerini hayata geçirmeye ve O’nun gölgesinde olmaya azmetmeli; şeytana ve şeytanın isteklerine karşı dik durmalı, ondan gelecek olan bütün dürtülere kapalı olduğunu göstermeli, şeytânî davranışlardan uzak durmaya çalışmalı ve ondan sonra Allah’a sığınmalı. Arı kovanına çomak sokan kişinin medet diye feryat etmesi gibi, şeytanla saf tutarak, onun adımlarını takip ederek ve isteklerini yerine getirerek onun şerrinden Allah’a sığınmak doğru olmaz. Olsa da bir şey ifade etmez. Hastalıkları yenmek için bile inanmak ve kararlı olmak gerekiyor. Bu konuda da kararlılığımızı Allah’a göstermeliyiz.
37. Gece, gündüz, Güneş ve Ay hep O’nun (kudret ve azametine delâlet eden) alâmetlerindendir. Siz eğer Allah’a kulluk etmek istiyorsanız, Güneş’e ve Ay’a secde etmeyin, onları yaratan Allah’a secde edin!
38. Eğer onlar, (Allah’a secde ve kulluk konusunda) büyüklük taslarlarsa, bilsinler ki Rabbinin huzurunda bulunan (melek)ler gece gündüz hiç bıkmadan, usanmadan aralıksız olarak O’nun sınırsız şanını yüceltiyorlar.
39. O’nun kudretine delalet eden âyet-lerinden biri de senin gerçekten yeryüzünü huşu içinde (solmuş, boynu bükülmüş ve kupkuru) görmendir. Ama biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman o hemen harekete geçer ve kabarır. Şüphesiz onu dirilten, ölüleri de elbette diriltecektir. Çünkü O, her şeye gücü yetendir.
40. Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü tam bir güven içinde (korku ve endişe duymayacak) olan mı? (Bütün bu uyarılara rağmen yolunuza devam edecekseniz) istediğinizi yapın (ama ne yaparsanız ona göre muamele göreceksiniz, bunu bilin). Şüphesiz O, yaptıklarınızı görmekte (ve kaydetmekte)dir.
41. Kur’an kendilerine geldiğinde onlar, onu inkâr ettiler. Oysa o, şerefli ve gözardı edilemez bir kitaptır.
42. (Kur’an, öylesine şerefli ve öylesine sağlam bir kitaptır ki;) Bâtıl, ne (günlük itirazlarla) onun önünden giderek ve ne de (cahiliye âdetleriyle) ardından gelerek onu etkisi altına alamaz. Çünkü o, her yaptığını bir hikmete göre yapan ve övülmeye layık olan (Allah) katından indirilmiştir.
“Ne önünden” ifadesi, beşerî felsefelere dayalı olarak ileri sürülecek itirazlar ve günlük saldırılarla Kur’an’ın asla zarara uğratılamayacağı; “ne de ardından” söylemi ise, onun gerek vahye dayalı ama tahrif edilmiş eski kitaplardan gerekse hurafelerden ve rivayetlerden oluşmuş gelenekçi anlayıştan etkilenerek hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği, bozulamayacağı müjdesini vermektedir. Yani hangi zaman ve şartlarda olursa olsun Kur’an ne ekleme veya çıkarmalar yoluyla ne de bilerek yapılan yanıltıcı yorumlarla kesinlikle tahrifata uğratılamayacaktır. Uğratılmaya çalışılsa da Allah Onu her zaman inananlar eliyle koruyacaktır (Hicr, 15/9).
43. Senin için söylenenler, mutlaka senden önceki resuller için de söylenmiştir. Elbette ki Rabbin, hem bağışlayandır hem de en şiddetli şekilde cezalandırmaya gücü yetendir.
44. Eğer biz Kur’an’ı (onların konuştuğu Arapça dışında) başka bir dille indirseydik, onlar bu sefer de: “Onun ayetlerinin (Arapça olarak) genişçe açıklanması gerekmez miydi? Başka dilde bir kitap, Arap bir peygamber ve muhatapları. (Bu nasıl iş?)” diyeceklerdi. De ki: “Bu (ilahi kelâm), iman edenler için bir rehber ve (mesajları gönüllere) bir şifa kaynağıdır.” Ona inanmayanlara gelince; onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Onun için Kur’an onlara kapalı ve anlaşılmaz gelir. (Sanki) onlara (duyamayacakları kadar) uzak bir yerden sesleniliyor (da anlamıyorlar).” Bkz. 9/125, 17/82
Arapçanın ve Arap harflerinin kutsal olduğunu söyleyenlere en güzel cevabı bu ayet vermektedir. Kur’an’ın muhatap olduğu ilk toplum ve peygamberleri Arapça konuştuğu için Kur’an Arapça gelmiştir. Allah’ın dili olmaz. Bütün dilleri yaratan Allah’tır. “… Dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da O’nun (kudretinin) delillerindendir…” (Rum 30/22) Dil de harfler de sadece bir araçtır. Kur’an’ın ayet metinlerinin yazıldığı harflerle şirk ve küfür içerikli metinler de yazılmaktadır. Arap harflerinden başka Latin ve benzeri harflerle Kur’an metnini sağlıklı yazmak mümkün değildir diye Arapçayı kutsal görmek Arap milliyetçiliğinin bir ürünüdür. Zira diğer dilleri Arapça yazmak da çok sağlıklı değildir. “Biz, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik ki onlara (Allah’ın buyruklarını) iyice anlatsın.” (İbrahim 14/4) Arapça kutsal dil olsaydı diğer vahiyler de Arapça gelirdi. Ama onlar da Kur’an gibi geldikleri toplumun diliyle inmiştir. Nasıl ki bir ırkın başka bir ırka üstünlüğü kabul edilemezse bir dilin başka bir dile üstünlüğü de öylece kabul edilemez. Bazı Müslümanların Arapçaya kutsiyet atfetmesi, Kur’an’ın başka dillere çevirisini gölgelemektedir ki bu Kur’an mesajının anlaşılmasının önünde en büyük engeldir.
45. Andolsun ki, biz, Musa’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) vermiştik de onda ayrılığa düşmüşlerdi. Eğer (azabın ertelenmesi ile ilgili olarak ezelde) Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, aralarında derhal hüküm verilirdi. Şüphesiz onlar, bu (Kur’an)’dan yana kuşku verici derin bir şüphe içindedirler.
Yani bütün bunlar senin başına gelmiyor. İşte Musa örneği. Ona da kitap gelince onun toplumu da ayrılığa düşmüşlerdi.
46. Kim doğru ve yararlı bir iş yaparsa, kendi iyiliği için yapmış olur ve kim de kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur. Allah hiçbir zaman kullarına haksızlık etmez.
47. Kıyamet saatinin bilgisi, ancak O’na aittir. O’nun bilgisi olmadıkça hiçbir meyve tomurcuklarından çıkmaz. Hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. O gün (şirk koşanları ateşin karşısına getirecek ve) onlara (söyleyin bakalım;) “Neredeymiş bana ortak saydığınız putlar?” diye soracağız. (Müşrikler): “İtiraf ederiz ki (bugün) bizden (Senin ortağın olduğuna ve Senden başka bir otoritenin bulunduğuna) şahitlik edecek hiç kimse yoktur.” diyecekler.
48. Böylece daha önceden kulluk ettikleri putlar kendilerini terk eder ve (o zaman) müşrikler de kaçacak yer kalmadığını anlarlar.
49. İnsan, hayır istemekten asla bıkmaz, kötü bir olayla karşılaşınca da endişeye kapılarak bütün ümitlerini kaybeder.
50. Andolsun ki, başına bir bela geldikten sonra kendisine rahmetimizden tattırsak, emin bir şekilde: “Bu zaten benim hakkımdır. Kıyametin geleceğini de sanmıyorum ama eğer (gelirse ve) ben Rabbime döndürülürsem, O’nun katında benim için mutlaka daha güzeli vardır” der. Andolsun ki, o inkârcılara yaptıklarını elbette göstereceğiz. Ve elbette onlara (yaptıklarının karşılığı olarak) pek ağır bir azaptan tattıracağız.
51. Ne zaman insana nimetlerimizi bahşetsek (Bizden) yüz çevirir ve uzaklaşır; ne zaman da başına bir musibet gelse, hemen dualar okumaya başlar. Bkz. 17/83
Dünyalıklarla şımaran ve Allah’tan uzaklaşan bir toplumun, başına gelen felaketleri savması için, duaya sarılarak Allah’ın desteğini alması kolay olur mu? Yapmamız gereken: felaketlerle mücadele ederken, aklımızı başımıza devşirerek Kur’an’la yeniden dirilişi gerçekleştirmektir.
52. De ki: “Söyleyin bana, eğer o (Kur an), Allah’tan gelmiş olup da (ki buna zerre kadar şüphe yoktur) siz de onu inkâr ediyorsanız (başınıza neler geleceğini) hiç düşünüyor musunuz? (Soruyorum size:) Haktan ayrılarak derin bir çıkmaza giren kimseden daha sapık kim olabilir?”
53. (Varlığımızı ve mutlak birliğimizi apaçık ortaya koyan) bütün delillerimizi onlara hem dış dünyada (evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında) hem de bizzat kendi içlerinde, öz benliklerinde (tam olarak) göstereceğiz ki, vahyin tartışmasız bir gerçek olduğu herkes için ortaya çıksın. Aslında, Rabbinin (her an) her şeye şahit olması yetmez mi?
Kıyamete kadar Allah’ın ayetlerinin işaret ettiği bireysel, sosyal, bilimsel ve tarihî gerçeklerin ortaya çıktığını, akıllara durgunluk veren hakikatlerin tecelli ettiğini insanlar hem biyolojik ve ruhî yapılarıyla kendi dünyalarında hem yaşadıkları bölgelerde hem de dış dünyada apaçık görecekler. Böylece insanlık, hiçbir şüpheye yer vermeyecek biçimde, Kur’an’ın insan ürünü bir kitap olmadığını ve Allah tarafından gönderildiğini anlayacaktır.
“Allah’ın her şeye hakkıyla şahit olması”, insanın Allah’a karşı sorumluluğunu hatırlatmaya matuf bir söylemdir. Yani Allah her şeyi görüyor ve duyuyor. Aynı zamanda görülenler ve duyulanlar bütün detayıyla en ince ayrıntısına kadar kayıt altına alınıyor anlamındadır.
54. Şunu bilin ki; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Ama yine iyi bilin ki (onların kavuşmaktan kaçıp durdukları Rableri) olan Allah, her şeyi (ilim ve kudretiyle) çepeçevre kuşatmıştır.