Kehf sûresi Mekke döneminde inmiş olup 110 ayettir. Sure adını dokuzuncu ve diğer ayetlerde geçen ve “mağara arkadaşları” anlamına gelen “Ashâb-ı Kehf” den almıştır.
Sûrede insanların hangisinin eylem bakımından daha güzel olduğunu tespit için yeryüzünün çekici hale getirildiği anlatılmakta, putperestliğe karşı çıkan ve öldürülmekten korkup bir mağaraya sığınan birkaç gençle ilgili Ashâb-ı Kehf kıssası yer almaktadır. Allah’ın meleklere Âdem’e secde etmeleri yönündeki buyruğuna İblîs’in uymadığı, Mûsâ ile kendisine rahmet ve hikmet verilmiş olan bir kişinin kıssası anlatılmaktadır. Zülkarneyn kıssasına da yer verilen sûrede Ye’cûc ve Me’cûc gibi saldırgan ve zalim toplulukların kıyamette azapla karşılanacağına temas edilmektedir. Allah’ı ve âhireti inkâr edenlerin, Allah’ın ayetlerini ve elçilerini alaya alanların dünyadaki çabalarının boşa gideceği ve ahirette acıklı bir azaba uğrayacakları, iman edip iyi davranışlarda bulunanların ise Adn ve Firdevs cennetlerine girecekleri bildirilmektedir.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1. Bütün övgüler Allah’ın hakkıdır. O (Allah) ki, kuluna bu Kitabı indirdi ve onun anlaşılmasını zorlaştıracak hiçbir tutarsızlığa yer vermedi. Bkz. 3/99, 7/45, 86, 11/19, 14/3, 20/107, 108, 39/28
2-3-4. (Allah onu) katından gelecek şiddetli bir azap ile (inanmayanları) uyarmak, faydalı eylemlerde bulunan mü’minleri içlerinde ebedi kalacakları güzel mükâfat yurdu olan (cennet) ile müjdelemek ve “Allah, bir çocuk edindi” diyenleri de (korkutup) sakındırmak için dosdoğru bir kitap kıldı.
5. (Allah çocuk edindi diyenlerin) bu konuda ne kendilerinin bilgisi vardır ne de atalarının. Bu ağızlarından çıkan ne ağır bir sözdür! (Gerçekte) onların söyledikleri ancak yalandan ibarettir.
Müşrikler “melekler Allah’ın kızlarıdır” iftirasıyla Allah’a çocuk isnat ediyordu, Hıristiyanlar İsa Allah’ın oğludur diyerek İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ediyordu, Yahudiler ise Uzeyr Allah’ın oğludur diyerek Allah’ı baba, Uzeyr’i oğul makamına koyuyordu. Bu ayet, bütün bu iddiaları kökünden reddetmektedir.
6. Şimdi onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzülerek kendini helâk mi edeceksin? Bkz. 15/97, 26/3
7. İnsanların hangisinin eylem bakımından daha güzel olduğunu tespit edelim diye, yeryüzünde olan şeyleri, ona süs yaptık. Bkz. 67/2, 76/2
8. Muhakkak ki biz, zamanı gelince yeryüzünün bütün göz alıcı yeşilliklerini kesinlikle kupkuru bir toprak haline getireceğiz.
9. Ne o, (Ey Resul!) yoksa sen, (sadece) Ashâb-ı Kehf ve Rakım’ı mı bizim ibret verici delillerimizden sandın?
“Kehf, dağda bulunan mağara, “rakım” ise içinde mağara bulunan dağ ya da vadi demektir. Menkıbeye göre, Allah’ın varlığına ve birliğine inanan ve bu inançlarını açıkça dile getirip putperestliğe karşı çıkan ve öldürülmekten korkan Efesli bir grup genç, inançlarıyla örtüşen bir hayat sürdürmek için köpekleriyle beraber insan gözünden ırak bir mağaraya sığınır ve orada yatar uyurlar. 25. ayette de görüldüğü gibi 309 yıl civarında mucizevî bir uykuya daldıkları söylense de bu konuda 26. âyette “Onların (orada) ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir…” ifadesi mağarada ne kadar kaldıklarıyla ilgili kesin bir şey söylemenin doğru olmayacağını göstermektedir. Ama anlatılan kıssadan ve alışveriş için verdikleri paradan da anlaşılıyor ki 300 yıl civarında mağarada kalmışlardır. Ne kadar sürdüğünün farkında olmadıkları bu uykudan uzun bir zaman geçtikten sonra uyanırlar ve içlerinden birini yiyecek bir şeyler satın alması için şehre gönderirler. Genç adamın alışveriş için kullanmak istediği paranın üzerindeki Dekyanus’un resmini gören şehir halkı adamın bir hazine bulduğunu sanarak kendisini devrin hükümdarına götürürler ve böylece Mağara İnsanlarının ve mucizevî hayatlarının serüveni ortaya çıkmış olur. İşte bu mağara adamlarının hayat hikayesini anlatan ayetler: …
10. Hani o genç yiğitler mağaraya sığınmışlardı da “Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluşa ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır” demişlerdi.
11. Bunun üzerine biz de nice yıllar onların kulaklarını (dış dünyaya) kapatmış ve onları uyutmuştuk.
12. Sonra iki gruptan hangisinin ne kadar uyuduklarını doğru olarak hesap edebileceğini belirlemek üzere onları uyandırmıştık.
Bu iki grup, inananlar ve inkârcılardır. Bütün bu yaşananlardan ilahi kudretin tecellisine tanık olan mü’minler imanlarını artıracak, Allah’ın varlığına, kudretine, ahiretin geleceğine ve insanların hesap vermek ve ebedi bir hayata başlamak üzere yeniden dirileceğine inanmayan kişiler de akıllarını işletme ve Allah’ı anlama konusunda yeniden düşünme imkânı bulacak.
13. Biz (şimdi) sana onların kıssalarını doğru olarak anlatıyoruz. Onlar Rablerine inanmış bir grup gençti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.
14. Kalplerini öyle sağlamlaştırmıştık ki, doğrulup (birbirlerine): “Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz asla O’ndan başkasına kulluk etmeyeceğiz, yalvarıp yakarmayacağız, (eğer böyle bir şey yaparsak) çok çirkin bir şey yapmış oluruz!”
15. “Şu bizim halkımız var ya, işte onlar O’ndan (Allah’tan) başka tanrılar edindiler. Onların tanrı olduklarına dair açık (ve ikna edici bir) delil göstermeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?”
16. (İçlerinden biri dedi ki:)” Mademki onlardan ve Allah dışındaki taptıklarınızdan yüz çevirip kenara çekildiniz, hadi mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetini size ulaştırsın ve sizi durumunuza göre ruhlarınızın ihtiyaç duyabileceği şeylerle donatsın!”
“Mirfak” terimi burada “yararlanılan, destek alınan şey” anlamında kullanılmıştır. Ama yararlanılan şey maddi değil, manevidir. Çünkü genç adamlar, Allah’tan başka varlıkları ve dünyalıkları bütünüyle terk edip inzivaya çekilmek istemişlerdir. Dolaysıyla burada yararlanılan şeyin maddeden çok mana ile ilgisi vardır. Yani Allah, ülfetten uzlete çekilen genç adamlara rahmetini lütfederek işlerini kolaylaştırmıştır. Ashâb-ı Kehf, aralarında geçen bu konuşmadan sonra uzun zaman sürecek olan uykuya dalmışlardır. Bundan sonraki ayetler onların uykudaki hâllerini tasvir etmektedir.
17. (Eğer orada olsaydın) görecektin ki, doğan güneş mağaralarının sağına sapıyor, batan güneş ise sol tarafa kayıyordu. Böylece mağara tabanının geniş bir alanına dağılmış olarak uyudukları halde güneşten rahatsız olmuyorlardı. Bu olay, Allah’ın mucizelerinden biridir. Allah kimi (iyi niyetinden dolayı) doğru yola iletirse, o doğru yolu bulur. O kimi de (kötü niyet ve eyleminden dolayı) sapıklıkta bırakırsa, artık onun için asla yol gösteren bir dost bulamazsın.
18. Uykuda oldukları halde, sen onları uyanık sanırdın. Biz onların sağa sola dönmesini sağlıyorduk. Köpekleri de mağaranın girişinde iki kolunu (ön ayaklarını) uzatmış (yatmakta idi.) Onlarla aniden karşılaşsaydın, (heybetlerinden dolayı) mutlaka yüz çevirip kaçardın ve (gördüklerin yüzünden) için korku ile dolardı.
19. Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar (ve diğer insanlara ibret olsunlar) diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: “Ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.” Dediler ki: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat çekmesin) ve sizi(n bulunduğunuz yer)i hiç kimseye sezdirmesin.”
“Aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik” ifadesi; A. İmran 3/27; Enam, 6/95; Yunus, 10/31; Rum, 30/19 ayetlerinde “(Allah) Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır” söylemiyle aynı anlamda; hayatı yaratmayı, onu ortadan kaldırmayı ve daha sonra yeniden var etmeyi planlayanı işaret etmektedir.
20. “Çünkü onlar sizi ele geçirirlerse ya öldüresiye taşlarlar yahut kendi inanç sistemlerine döndürürler. O zaman da bir daha asla kurtuluşa eremezsiniz.”
21. Böylece, (insanları) onların durumundan haberdar ettik ki Allah’ın (insanları yeniden yaratacağı) sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilmeyeceğini bilsinler. (Fakat onlar meseleyi böyle ele alacakları yerde) kendi aralarında o (mağarada uyuyanların) durumunu tartışmaya başladılar. Bazıları: “Onların üzerine (hatırasına) bir bina (anıt) yapın. Çünkü (onların durumunu biz bilemeyiz) Rableri onları daha iyi bilir” dediler. Fakat görüşleri ağır basanlar ise: “Mutlaka onların üstüne (hatırasına) bir mescid yapacağız” dediler (ve mağaranın kapısının önünde bir mescid yaptılar).
Hâlbuki anıt yapmayı düşünmek ya da mescid yapmaya teşebbüs etmek yerine bu insanların hayat hikayesini düşünüp ibret alarak, asırlarca önce ölmüş olan insanların yeniden diriltileceği günün muhasebesini yapmak çok daha doğru olacaktır.
22. Kimileri (Ashâb-ı Kehf ’in sayıları hakkında): “Onlar üç kişi idi, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler, kimileri “beş kişi idiler, altıncıları köpekleridir” diyecekler. (Bu sözler) karanlığa taş atmaktır. Kimileri de “yedi kişi idiler, sekizincileri köpekleridir” diyeceklerdir. De ki: “Onların sayısını hepimizden daha iyi Rabbim bilir. Onları pek az (insan) dışında kimse bilemez.” O hâlde, onlar hakkında (Kur’an’ın sana aktardığının) dışında kimse ile münakaşa etme ve bu konuda ileri geri konuşanlardan da hiçbir bilgi isteme!
Burada esas olan Ashâb-ı Kehf ‘in sayılarını, kimliklerini, zamanını, şartlarını bilmek değil; onlar üzerinden anlatılan kıssa ile hayatı, ölümü, ölümden sonraki yeniden dirilmeyi düşünmek ve zamanın beşerî algılama tarzı içindeki izafiliğini dile getiren bu mesajdan ders çıkarmaktır.
23. Hiçbir şey hakkında sakın: “Yarın şunu yapacağım” deme!
24. (Bunun yerine:) “İnşaallah (ancak Allah dilerse yapacağım de). Böyle (İnşaallah) demeyi unuttuğunda ise Rabbini an ve: “Umarım ki, Rabbim beni şimdikinden daha doğru davranışa muvaffak kılar” de.
“İnşaallah” tan kasıt, her şeyin Allah’ın dilemesiyle olmasının bilinmesidir. Evet, insan her şeyi kendi iradesiyle yapar ama ona yapma iradesini veren Allah’tır. Onun için bir şeye niyet etmeden ya da o işi yapacağını söylemeden önce “Allah dilerse yapacağım” demelidir. Bu ifadeyi illa da Arapça olarak “inşaallah” şeklinde söylemek gerekmez. Esas olan Allah’ın dilemesini dile getirmek ve o bilinçle hareket etmektir.
25. (Bazıları) onların mağaralarında üç yüz yıl kaldı(ğını) söyledi, bazıları da buna dokuz yıl daha ilâve etti.
26. De ki: “Onların (orada) ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gizli gerçekleri (yalnızca) O’nun elindedir. O ne güzel görür ne güzel işitir! Onların O’ndan başka koruyucusu, kayırıcısı yoktur. O egemenliğine hiç kimseyi ortak etmez!”
27. Sana vahyedilen Rabbinin kitabını oku. O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. O’nun dışında sığınabileceğin başka bir kimse de bulamazsın.
28. Ve Rablerinin hoşnutluğunu umarak sabah akşam O’na dua eden (mazlum, dışlanmış, ezilmiş, fakir ve fakat erdemli kimse)lerle beraber sen de candan sabret ve dünya hayatının cazibesine kapılıp da sakın gözlerini onların üzerinden ayırma! (İyi ve güzel olanı terk ederek yalnızca) bencil arzularının peşine düştüğü için kalbini zikrimize karşı duyarsız kıldığımız, işinde aşırı giden kimseye uyma!
Sırf Rablerinin hoşnutluğunu umarak sabah akşam O’na yalvaran fakirleri, mazlumları, yoksulları ve zayıf mü’minleri inkârcılar istiyor diye yanından uzaklaştırma! Bu dava maddiyat, menfaat davası değil gönül davasıdır, bu dava servet davası değil sadakat davasıdır, bu dava şöhret davası değil sohbet davasıdır. Garip müminleri yanından uzaklaştırdığın takdirde sana iman edeceklerini söyleyen bu kendini beğenmiş inkârcı ekâbir takımının teklifine uyma ve böyle bir şeyi de asla düşünme! “… (Sen fakirlerle berabersin diye ekâbir takımı iman etmese de) onların hesabından sana bir sorumluluk düşmez ve senin hesabından da onlara bir şey düşmez. Bu yüzden onları kovarsan zalimlerden olursun. (En’am 6/52)
29. Ve de ki: “(Kur’an) Rabbinizden gelen bir Haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen küfre sapsın.” Biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, onun alevden duvarları kendilerini çepeçevre kuşatacaktır. (Susuzluktan) feryat edip yardım dilediklerinde, erimiş maden tortusu gibi yüzleri yakıp kavuran bir su ile kendilerine yardım edilecektir. O ne kötü bir içecektir! Orası ne kötü bir barınaktır!
30. Fakat iman edip de imanın gereklerini yerine getiren dürüst ve erdemli davrananlara gelince; elbette biz güzel iş yapanların mükâfatını asla zayi etmeyeceğiz.
31. İşte bu kimseler için; altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyerek tahtlar üzerinde otururlar. O ne güzel bir ödüldür ve orası ne güzel bir barınaktır.
Ahiret konusunda bütün Kur’ânî tasvirlerde olduğu gibi, burada da inananlara verilecek olan cennet nimetlerini betimleyen bir temsil vardır. Dünya hayatında inançlarının gereği olarak ortaya koydukları dürüst ve erdemli çalışmaların karşılığında, Tevbe 9/111, Zümer 39/35, Nahl 16/96, Nur 24/38, Necm 53/31 ve daha pek çok ayette de ifade buyrulduğu gibi inananlara kendi emeklerinin üstünde nimetler bahşedilecektir. Yani yapılan iyiliğin durumuna göre Allah onlarca hatta yüzlerce kat fazlasıyla karşılık verecektir. Nitekim Bakara, 2/261 “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir…” Enam, 6/160 “Kim (Allah’a) bir iyilikle gelirse ona on kati verilir. Kim de bir kötülükle gelirse sadece misliyle cezalandırılır ve onlara haksızlık yapılmaz” buyrulmaktadır.
32. Onlara şu iki adamı örnek olarak anlat: Adamlardan birine iki üzüm bağı vermiştik, bağlarını hurma ağaçları ile çevirmiş ve iki bağın arasına bir tahıl tarlası koymuştuk.
33. Her iki bağ da meyvelerini vermiş ve ürünlerinden hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. Bu iki bağın arasından bir de nehir fışkırtmıştık.
34. (Bu adamın ayrıca) başka geliri de vardı. Bundan dolayı bu adam arkadaşıyla tartışırken ederken (kibirli bir eda ile): “Ben senden daha zenginim ve çoluk çocuğum, kalabalık kabilem, güçlü kuvvetli adamlarımla nüfus olarak da daha güçlüyüm!” dedi. (Ve böyle konuşarak bahçelerine vardılar.)
Bu söylem günümüz zenginlerinin söylemlerine ne kadar da benziyor. Servete ve şöhrete sahip olanların refah seviyesi düşük olanlara karşı kasıla kasıla zenginliklerini göstermeleri, evlerinden, arabalarından, adamlarından, sosyal ilişkilerinden bahsetmeleri, yazlıklarını, kışlıklarını, yatırımlarını dillendirmeleri, geldikleri durum sanki kendi başarılarıymış gibi hayat hikâyelerini, ballandıra ballandıra anlatmalarını, çalışmalarından övgüyle ve iftiharla söz etmeleri ve kendilerini devamlı üstün görmeleri bu ayetteki benzetmeyle birebir örtüşüyor. Bir bakalım böylelerinin âkibetleri ile ilgili Allah ne buyuruyor?
35. (Böylece zenginliğiyle övünen ve küstahça davranışıyla) kendisine zulmeden bu adam bağına girdi ve dedi ki: “Bu bahçenin bir gün yok olacağını asla düşünmüyorum!”
Çağımızın bazı zenginlerinin kendileriyle beraber servetlerinin de bir gün yok olacağına inanmadığı gibi.
36. “Kıyametin kopacağını (insanların yeniden dirilip hesaba çekileceğini ve yeni bir hayatın başlayacağını) da sanmıyorum. (Ama iddia ettikleri gibi yeniden dirilerek) Rabbime döndürülsem bile Andolsun bundan daha iyisini bulurum” dedi.
37. Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: “Seni (insanı önce) topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da (aşamadan aşamaya geçirerek) seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir insan şeklinde düzenleyene nankörlük mü ediyorsun?”
38. “Bana gelince (ben biliyorum ki) O Allah benim Rabbimdir. Ben Rabbime hiç kimseyi (serveti, kibri, bencilliği) ortak koşmam.”
“Benim Rabbimdir” yani beni koyduğu kanunlarla, gönderdiği öğretilerle terbiye eden, bana rızık veren, hayatta kalmamı sağlayan, koruyan, ömrümü takdir eden, benim için ahireti yaratan ve bana ebedi nimetler lütfedendir. “Rabbime kimseyi ortak koşmam” yani her şeyi ondan beklerim, kulluğumu ona yaparım, duamı ona ederim, derdimi ona anlatırım, sorunlarımın çözümünü ondan beklerim, sadece ona güvenir ve ondan yardım dilenirim.
39-40-41. “Her ne kadar beni kendinden mal ve evlat bakımından zayıf görüyorsan da bahçene girdiğin zaman ‘Maşaallah (Allah’ın dilediği olur), bütün güç sadece Allah’ındır’ demen gerekmez miydi? Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten yakıp yıkan bir afet gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Veya bağının suyu çekilir de ondan artık büsbütün ümidini kesersin.”
“Maşaallah-Allah böyle diledi” Yani Allah böyle murad ettiği için böyle olmuştur. Allah neyi nasıl dilerse öyle yapar. Kime neyin ne kadar ve nasıl verileceğine o karar verir. Dolaysıyla bu konuda tek yetkili Allah’tır. Bunu bilen ve buna inanan insan kıskanç olamaz, haset edemez, filim çeviremez, entrika yapamaz, çalamaz, çırpamaz, hilekâr, düzenbaz olamaz. Çünkü bilir ki Allah dilemedikçe hiç kimse bir şeye sahip olamaz. Vücut güzelliği, üstün zekâ, müstesna kabiliyet, servet, sağlık, çalışkanlık, potansiyel, hamle gücü, enerji… bütün bunlar Allah dilemesiyle olur. Sağlıklı ve dengeli bir hayat için kime neyin ne kadar verileceğine o karar verir. “Herkes kendi yapısına (fıtrat tarzına) göre iş yapar…” (İsra 17/84) Hatta başkalarını kıskanmayı, haset etmeyi, çalmayı Allah’ın takdir ettiği şeye karşı çıkmak olacağı için Allah’a karşı gelmek ve onun işine karışmak gibi düşünür. İnanır ki; Allah bir şeyi murad ettiyse onda mutlaka bir hayır vardır ve Allah adildir, adaletindeki incelikleri biz göremesek de O, asla haksızlık etmez, dünya ahiret dengesini koruyarak kulları arasında gerçek eşitliği sağlar.
42. Derken bütün serveti birden yok edildi. (Yıkılmış) çardakları üzerine çökmüş hâldeki bağına yaptığı harcamalar karşısında ellerini ovuşturmaya başladı ve şöyle dedi: “Keşke ben (de) Rabbime (zenginliğimi, çoluk çocuğumu, bahçemi ve) hiçbir şeyi ortak koşmasaydım!”
43. Onun, Allah’tan başka kendisine yardım edebilecek kimseleri yoktu. Kendi kendini kurtaracak güçte de değildi.
44. İşte bunun içindir ki; koruyucu, yardımcı güç bütünüyle tek ve gerçek ilah olan Allah’a aittir. En iyi mükâfatı da en güzel sonucu da veren O’dur. Bkz. 10/90-91, 40/84
Muhteşem bir örnekle insanlar için yegâne koruyucunun ve yardımcının sadece Allah olduğu çok açık ve net bir biçimde ortaya konuyor. 32. Âyette verilen örnekte biri zengin diğeri fakir olan iki farklı kişiden bahsediliyor. Bu örnekte Allah’a koşulan eş servettir, zenginliktir, bağdır, bahçedir. Vurgulanmak istenen; sevgide, ilgide, güvende bunların Allah’ın önüne geçirilmesidir. Demek Allah’ın verdiği nimetlere sevdalanmak ve onları amaç haline getirmek de bir nevi şirktir. Allah kendisinden başkasına kulluk edilmesini istemiyor. Eğer yalnızca zengin olmayı hedeflemişsek zenginliğe kul olmaya hazırız demektir, sadece şöhreti amaçlamışsak şöhret olmayı tanrılaştırmışız demektir, gayemiz sadece para kazanmaksa paranın kulu olmuşuz demektir. “… Eğer kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler sizlere Allah’tan, O’nun resulünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın (azap) emri gelinceye kadar bekleyin.” (Tevbe 9/24) “O gün ne malın bir faydası olur ne de evlâdın. Yalnızca Allah’ın huzuruna kötülükten korunmuş bir kalple çıkanlar (kurtulacaktır)!” (Şuara 26/88-89)
45. (Ey Resul!) Dünya hayatının gökten indirdiğimiz suya benzediğini onlara anlat: Öyle ki, yerin bitkileri onu emerek zengin bir çeşitlilik içinde boy verip birbirine karışırlar ama (bütün bu canlılık, çeşitlilik sonunda) rüzgârın savurup götürdüğü çer çöpe döner. Hiç kuşkusuz Allah’ın gücü her şeyi yapmaya yeter. Bkz. 10/24, 39/21, 57/20
46. Mallar ve evlatlar dünya hayatının süsüdür. Ürünü kalıcı olan dürüst ve erdemli davranışlar ise, karşılığı bakımından, Rabbinin katında daha değerli ve bir ümit kaynağı olarak daha verimlidir. Bkz. 3/14, 19/76, 34/37, 64/14
Mallar ve evlatlar sadece dünyanın süsü olmakla kalmıyor, onlara gösterilen ilgi ve onlarla olan münasebet aynı zamanda insanla Allah arasını açabiliyor. Bu tehlikeyi bilen Allah, mala ve evlada yapılan yatırımda ve gösterilen ilgide ölçüyü kaçırmama konusunda insanların daha hassas olmaları gerektiğine dikkat çekiyor: “Ey inananlar! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan (O’nun için çalışmaktan) alıkoymasın. Kim böyle yaparsa, işte onlar zarara uğrayanlardır.” (Münafikûn 63/9) “Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihan vesilesidir; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.” (Teğabûn, 64/15)
47. O gün dağları (yerlerinden) yürüteceğiz ve yeryüzünü çırılçıplak ve dümdüz göreceksin. Tek bir kişiyi gözardı etmeksizin tüm insanları (mahşerde) toplayacağız. Bkz. 20/107, 101/5, 27/88, 101/5
“Dümdüz göreceksin” ifadesi, “içindekileri dışarı atmış, açığa çıkarmış” demektir. Âyetin son cümlesindeki “tüm insanları toplayacağız” söylemi bunu teyit etmektedir. Yani kıyamet kopunca insanlar yeniden dirilmiş olacak ve bir tek kişi dışarda kalmamak kaydıyla bütün insanlar Allah’ın huzurunda toplanacaktır. “O gün, yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve (insanlar) her şeyin üzerinde yegâne hâkim olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim 14/48)
48. (O gün) sıralar halinde hepsi Rablerinin huzuruna çıkarılacaklar. Onlara: “Andolsun, sizi ilk önce yarattığımız gibi (şimdi de çırılçıplak olarak, hiçbir şeyiniz olmaksızın) bize geldiniz. Oysa siz, sizin için hesaba çekileceğiniz bir zaman belirlemediğimizi sanmıştınız değil mi” denecek.
49. (Amellerin bulunduğu) kitap (Hard Disk) ortaya konur. Suçluları, kitabın (Hard Diskin) içindekilerden dolayı korkuya kapılmış görürsün. Bir yandan da: “Vay başımıza gelenlere! Ne biçim kitapmış bu; küçük büyük hiçbir davranışımızı atlamamış” derler. Onlar (bütün) yaptıklarını (en ince detayına kadar önlerinde) hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. Bkz. 45/28
İnsanların bütün yaptıklarının kaydedildiği manevi aygıt ne ise, Kur’an’da sürekli “kitap” olarak geçer ve yapılanların kaydedilmesi de “yazmak” sözcüğü ile ifade edilir. Gerek Kur’an’ın ilk muhataplarının yaşadığı devirde ve gerekse daha sonraki zamanlarda insanların yaptıkları kalemle yazılır ve yazılanlar da kitap haline getirilirdi. “Kitap” ve “yazmak” kelimeleri insanların anlaması için bu anlamda en uygun seçimdi. Ancak bugün teknolojinin geldiği noktada bu konunun daha iyi kavranması için “kitap” ve “yazmak” yerine “kamera” ve “Hard Disk” kelimelerini kullanmak daha doğru olacaktır. Zira esas olan kelimelere takılmak değil, maksadın anlaşılmasını sağlamaktır.
50. Hani biz meleklere: “Âdem’e secde edin (onun önünde hürmetle eğilin)” demiştik de İblis’ten başka hepsi secde etmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir değiştirmedir/takastır/bedeldir! Bkz. 2/34 ve dipnotu, 7/12, 15/28-39, 17/61, 20/116, 38/76
51. Ben onları göklerin ve yerin yaratılışına tanık etmediğim gibi, kendi yaratılışlarına da (şahit kılmadım). Ayrıca yoldan çıkan ve çıkaran kimseleri hiçbir zaman iş gören olarak da tutmam.
52. Ve o gün (Allah müşriklere): “(Şimdi) çağırın bakalım, benim ortaklarım olduğunu sandığınız varlıkları!” diyecek. Bunun üzerine onları çağıracaklar, ama berikiler (çağrılanlar) onlara bir karşılık vermeyecek. Çünkü onlarla ötekiler arasına aşılmaz bir uçurum koyacağız.
“Benim ortaklarım olduğunu sandığınız” söylemi doğrudan, Allah’a ulaşmak ve yakarışların Allah’a ulaştırılmasını sağlamak için araya bir takım hayal ürünü düzmece varlıkları, tapınırcasına yüceltilen kişileri sokmaya çalışan sefil müşriklere hitaptır. “Aralarında aşılmaz uçurumun olması” söylemi ise, kendilerini putlaştırmaya çalışan ve akıl tutulması yaşayan müşrik ruhlu insanların bu tavırlarına seyirci kalan ve hatta bundan hoşlanarak destek veren sözde büyük zatların (!) da azap göreceğine işarettir.
53. O gün suçlular cehennem ateşini görünce oraya atılacaklarını anlayacaklar, (Kurtulmak için çırpınacaklar) ama oradan dönüp gidecek başka bir yer de bulamayacaklar.
54. Andolsun ki, biz, bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Fakat insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür.
Muhatabı etkilemek ve akılda kalıcılığı sağlamak için dolaylı anlatım tarzı olarak örnek/misal verilir. Kur’an diliyle biz buna “misal getirmek” diyoruz. Kur’an’da peygamberlerin hayat hikâyelerinde olduğu gibi mesajların etkisini artırmak için verilen örnekler de oldukça fazla yer almaktadır. Bu bakımdan müşrikler “bu nasıl ilahi bir kitaptır ki; çiçekten, böcekten, sinekten, örümcekten bahsediyor” diyerek Kur’an’daki misallerle alay ediyorlardı. “İşte Biz insanlara böyle (ibret içerikli) örnekler veriyoruz ki; (ruhen ve zihnen aydınlanmaları için) düşünüp öğüt alsınlar.” (Haşr 59/21) Allah ilahi hakikatleri değişik örneklerle insanların algılarına sunarak anlamalarını sağladıktan sonra bu mesajları ruhlarına ve zihinlerine iyice kazımak istiyor.
55. Kendilerine doğru yolu gösteren (peygamber ve Kur’an) geldiği halde insanları, iman etmekten ve Rablerinden bağışlanma dilemekten alıkoyan şey, ancak (onların) önceki (günahkâr) toplumlara uygulanan sürecin (bela ve musibetlerin) kendilerine de uygulanmasını ya da (nihai) azabın ahirette başlarına gelmesini beklemeleridir.
56. Biz, peygamberleri; sadece (cenneti) müjdeleyici ve (azaba karşı) uyarıcılar olarak göndeririz. İnkârcılar ise hakkı batılla ortadan kaldırmak için mücadele ederler. Onlar, benim ayetlerimi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar.
57. Allah’ın ayetleri kendisine hatırlatıldığı halde, onlara sırt çevirenden ve işlediği kötülükleri unutandan daha zalim kim olabilir? Biz de (bu sebepten dolayı) onların kalplerini, o (Kur’an’)ı anlamalarına engel oluşturacak biçimde perdeledik ve kulaklarını (gerçekleri duymamak konusunda) sağırlaştırdık. Bu yüzden sen onları doğru yola çağırsan da onlar ebediyen doğru yola gelmezler. Bkz. 2/7 ve dipnotu, 6/25 ve dipnotu, 16/108
58. Ama senin Rabbin, (her şeye rağmen) çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Eğer yaptıkları yüzünden onları (dünyada) cezaya çarptırsaydı, elbette azaplarını çarçabuk verirdi (imana gelirler diye onlara mühlet veriyor). Ama onlar için belirlenmiş bir gün vardır ki (o gün gelince) o (Allah’ın azabı)ndan kaçıp sığınacak bir yer bulamayacaklardır.
59. İşte (size) zulmettikleri için yok ettiğimiz geçmiş (medeniyetler) memleketler! (Onlara da) helâk etmeden önce belli bir zaman vermiştik (fakat zulmetmekten vazgeçmedikleri için biz de onları helak etmiştik).
60. Hani Musa, hizmetinde bulunan genç arkadaşına: “İki denizin birleştiği yere kadar yoluma devam edeceğim. İsterse (oraya varmam) yıllarımı alsın” demişti.
Ayette geçen “genç arkadaşın” Hz. Yuşa olduğu söylenmektedir. “İki denizin birleştiği yer” in hangi denizler olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. Bunların Kızıl Deniz ile Hint Okyanusu’nun, Cebel-i Tarık’ta Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun ya da Karadeniz ve Marmara Denizi’nin birleştiği İstanbul Boğazı’nın olabileceği ifade edilmektedir. Beydâvî, “iki denizin birleştiği yer” le ilgili temsîlî bir açıklama getirerek, “iki deniz” in iki tür bilgi kaynağını ya da bilgi akışını yani, haricî olay ve olgulara ilişkin gözlem ve muhakemeler yoluyla elde edilen zahirî bilgi ile mistik sezgi ve müşahedeler yoluyla elde edilen batınî bilgiyi simgelediğini söylemektedir. Bu görüşe göre, Hz. Musa’nın arayışının gerçek amacı zahirî ve batınî bilginin buluştuğu sınıra varmaktır. Burada esas olan iki denizin birleştiği yerin neresi olduğunu ve bu olayı yaşayan iki kişinin kimler olduğunu bilmek değil, eşyanın çift kutuplu olarak yaratıldığına inanmak ve gördüğümüz her şeyin mutlaka bir görünen bir de görünmeyen tarafının olduğunu anlamaktır.
61. İki denizin birleştiği yere vardıklarında yanlarındaki balığı bir kenarda unuttular, o da bir yolunu bularak denize kaçtı.
62. (İki denizin birleştiği yeri) geçtiklerinde (Musa,) genç arkadaşına: “Azığımızı getir bakalım, gerçekten bu yolculuğumuzda çok yorgun düştük” dedi.
63. (Genç arkadaşı Musa’ya) dedi ki: “Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı. Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitti.
Onların unuttukları “balık”; muhtemelen, semboliktir ve zahirî ve batınî bilginin nihaî kaynağının Allah olduğu gerçeğini ifade eden bir söylemdir. Bir sonraki ayet de bu görüşü destekler niteliktedir.
64. Musa: “İşte bizim de aradığımız buydu” dedi. Bunun üzerine izlerini takip ederek gerisingeri (kayanın yanına) vardılar.
65. Orada kendisine tarafımızdan rahmet sunduğumuz ve katımızdan ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.
“Kullarımızdan bir kul” söylemindeki “kul” ifadesinin kim için kullanıldığıyla alakalı kesin bir şey söyleyemeyiz. Ayette ibadet ve ubudiyet makamının yüceliği ifade edilen bu kişi, tefsir otoritelerinin çoğuna göre, insanî normları aşan, kendisine ilahi bilgi ve hikmet öğretilen temsilî bir kişiliktir. Buna ister Hızır deyin isterse başka bir şey, aşağıdaki ayetlerdeki kanıtlara bakıldığında onun beşerî yasalara tâbi olmayan melek veya başka bir ruhanî varlık olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an bu kişinin kim olduğu ile ilgili herhangi bir şey söylememektedir.
“Ayette geçen “ledün” sözcüğü, “nezd, taraf, huzur” anlamlarına gelen bir kelimedir. Yani ona Allah tarafından ilim öğretilmiştir. Tıpkı; Allah’ın Hz. Âdem’e bütün varlıkların isimlerini, sıfatlarını, özelliklerini, kanunlarını öğrettiği gibi (Bakara 2/31). “Ledün” kelimesinin Kur’an’da geçtiği yerler: (Nisa 4/67, Meryem 19/13, Taha 20/99, Enbiya 21/17 ve Kasas 28/57)
“Katımızdan ilim öğrettiğimiz” cümlesini insanlar için kullanmak, çalışmadan Allah tarafından kalbine ilham edilen özel bilgiler olarak değerlendirmek, dini nesnel kaygılarına alet eden din tüccarlarının ekmeğine yağ sürmek olur. Bazıları bu âyeti istedikleri şekilde yorumlayarak kendilerine has bir ilim dalı icat etmişler ve buna da “ilm-i ledün” demişler. Onlara göre, duyu, akıl ve tecrübe dışında, bir de ilm-i ledün vardır ki bu da vehbî bir ilimdir. Bu da okuyarak öğrenilemeyen, çalışarak elde edilemeyen Allah’ın ihsanı ile kalbe ilham edilen, olayların iç yüzlerine vakıf olmayı sağlayan Allah tarafından özel olarak lütfedilen ilahi sırlara ait bir ilimdir. Bu ilim yoluyla elde edilenler, görünüşte akla ve nakle zıt gelebilir ama arka planında mutlaka bilinmeyen bir derinlik, sırrına vakıf olunamayan bir hikmet vardır. İlm-i ledün sahibi olanlar, hadiselerdeki gizli sırları ve hikmetleri de bilirler. İşte önce böyle bir ilim dalı icad ediyorlar ve bunu da Kur’an’a (bu âyete) dayandırarak insanların önüne koyuyorlar, ondan sonra da ver elini evliya, ulema, fukeha, suleha, kübera… Arkasından bu yolla Allah adına aldatılmış milyonlarca cahil cühela…
66. Musa, ona: “Doğruyu anlamak konusunda sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için peşinden gelebilir miyim?” dedi.
67-68. (Kul,) şöyle dedi: “Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin. İç yüzünü kavrayamayacağın bir bilgiye nasıl sabredebilirsin ki?”
69. (Musa:) “İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim” dedi.
70. (O da) şöyle dedi: “O halde bana uyacaksan; ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında soru sormayacaksın.”
71. Derken yola koyuldular. Nihayet bir gemiye bindiklerinde; (Kul,) onu (gemiyi) deldi. (Musa:) “Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın” dedi.
72. (Kul:) “Sen benimle beraber (olacaklara) asla tahammül edemezsin, demedim mi?” dedi.
73. Musa (özür dileyerek): “Unuttuğum için bana çıkışma! Gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma!” dedi.
74. Derken yollarına devam ettiler. Sonunda bir erkek çocuğa rastladılar. O (kul), erkek çocuğu öldürdü. Musa: “Bir cana karşılık olmaksızın tertemiz masum bir canı mı öldürdün? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın” dedi.
75. (Kul yine:) “Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi?” dedi.
76. (Musa tekrar özür dileyerek:) “Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, benimle arkadaşlık etme. Artık özür dileyemeyecek hale geldim” dedi.
77. Yine yola koyuldular. Bir süre sonra bir köye vardılar. Köylüden yemek istediler, fakat köylü onları konuk etmek istemedi. Az sonra yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarla karşılaştılar. O kulumuz, hemen onu inşa etti. Musa ona: “Eğer isteseydin bu yaptığın işe karşılık bir ücret alabilirdin” dedi.
78. (Bunun üzerine kul:) “İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü anlatayım” dedi.
79. “O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere aitti. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.”
80-81. “Oğlan çocuğa gelince; onun anne ve babası mü’min kimselerdi. (Bu çocuğun) onları ileride azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk. Ve böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.”
82. “Ve duvara gelince: O duvar kasabada yaşayan iki yetim oğlana aitti ve altında onlar için saklanmış bir hazine vardı. Onların babası dürüst ve erdemli biriydi. Bunun içindir ki, Rabbin onların erginlik çağına eriştiklerinde o hazineyi Rabbinden bir bağış olarak kazıp çıkarmalarını istedi. Ben (bütün) bunları kendiliğimden yapmadım. Senin sabır göstermediğin (olayların) iç yüzünün gerçek anlamı işte budur.”
Tamamıyla ilahi hikmetlerle dolu bu kıssayı anlamakta zorlanabiliriz. İnsanın kendi entelektüel tecrübelerinde bir eşdeğeri, bir karşılığı olmayan şeyleri bütün gerçeğiyle kavrama imkânı olmadığı bazı işlerin zahiri kısmı şer gibi görülse de altında yatan hayır fark edilememektedir. Ayette geçen üç olayda da insanın dünyada karşılaşabileceği değişik hadiselerde ilahi hikmetin nasıl tecelli edeceğinin bilinemeyeceği farklı örneklerle tasvir edilmiştir. Örneğin erken yaşta ölen çocukların neden daha hayatlarının baharında öldüğünü merak ederiz ama içyüzünü bilemeyiz. Bazıları zengin, bazıları fakir olur sebebini, hikmetini kestiremeyiz. Bazılarının çocukları erkek olur, bazılarının kız, bazılarının her ikisi de bazılarının hiç olmaz, bu konuda Allah’ın muradının ne olduğunu anlayamayız. Bazıları sakat doğar, bazıları kör, bazıları topal, bazıları zeki, bazıları gabi, aklımız bunu bir türlü almaz ama buradaki ilahi gizemi çözemeyiz, altında yatan derinliği kavrayamayız. Bütün bunlara dünya-ahiret bütünlüğünü idrak edemeden ve en önemlisi beşerî ölçülerle sınır çizilemeyen Allah’ın adaletine kayıtsız şartsız güvenmeden dünyevi algıların perspektifinden bakarak tatminkâr bir netice alamayız.
Kıssada anlatılan kul, “Bütün bunları kendiliğimden yapmadım” diyerek, yaptığı her şeyi eşyanın dış görünüşünün ötesindeki hakikatle temasını sağlayan ve onu Allah’ın insan idrâkini aşan planının şuurlu bir parçası olduğunu îma ediyor. Bu surenin anlam akışı içinde, bu kıssa ile Eshab-ı Kehf kıssası (Kehf, 18/9-26); insanın algı ve tasavvur alanının ötesinde kalan meselelerin yüce Allah’a has kılınması gerektiği noktasında birleşiyor.
83. (Ey Resul!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: “Size ondan öğüt ve hatırlatma olarak (bazı bilgiler) vereceğim.”
Bu ayetten itibaren Zülkarneyn kıssası anlatılmaktadır. Buradaki anlatıma göre Zülkarneyn, Allah’ın lütfuyla kendisine verilen büyük güç ve geniş imkânlar sayesinde dünyanın doğusuna ve batısına iki sefer düzenlemiştir. Batı istikametindeki seferinde karşılaştığı zalim ve müşrik bir halka Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşama konusunda manevi ve ahlâkî anlamda bir tebliğde bulunmuştur. Ardından bu defa doğu istikametinde farklı bir sefere çıkmış ve bu sefer sırasında kendilerini güneşten koruyacak giyim-kuşamları ve evleri dahi olmayan başka bir milletle karşılaşmış ve onlara ilahi hakikatleri anlatmıştır. Daha sonra da farklı bir istikamete doğru sefere çıkmış bu defa Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan fesatçı ve saldırgan bir kavimden şikâyetçi olan bir toplumla karşılaşmış, onların isteği üzerine Ye’cûc ve Me’cûc’e karşı bölgedeki bir geçide demir kütleler ve bakırı eritmek suretiyle sağlam bir set inşa etmiştir. Bu set sayesinde o toplum Ye’cûc ve Me’cûc’ün saldırısından kendilerini korumuştur.
84-85. Doğrusu biz, onu yeryüzünde büyük bir kudret sahibi kıldık ve ona herşey için bir sebep verdik. O da (Batı’ya gitmek için) bir yol tuttu.
Zülkarneyn ’in büyük güç ve imkân sahibi kılınması kıssada “sebep” kelimesiyle ifade edilmiştir Müfessirler bu kelimeyi genellikle “amaca ulaştıran ilim ve kudret” diye açıklamıştır. Buna göre Zülkarneyn’e verilen sebebin akıl, irade, ilim, hikmet, kuvvet, kudret, imkân, feraset gibi amaca ulaşmayı sağlayan her şeyi kapsadığını söyleyebiliriz.
86. Nihayet güneşin battığı yere (Batıda varabileceği en uzak noktaya) varınca güneşi adeta kara bir balçıkta suya batar (gibi) buldu. Ve orada (kötülüğün her çeşidini işleyen) bir kavme rastladı. Ona: “Ey Zülkarneyn! Ya (hakka karşı direndikleri için onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik.
Gerek bu ayetin son cümlesinde Zülkarneyn’e yapılan hitap gerekse diğer ayetlerde Zülkarneyn ‘in peygamberlere özgü bir dil ve üslûpla konuşur biçimde tanıtılması onun peygamber olabileceğini göstermektedir. Ancak Kur’an ondan bir peygamber olarak değil de erdemli bir insan olarak bahsediyor.
87. (Zülkarneyn) dedi ki: “Her kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülür. O da kendisine görülmedik şiddetli bir azap ile azap eder.”.
88. “Her kim de inandıktan sonra dürüst ve erdemli davranışlarda bulunursa, böyle birine mükâfat olarak daha güzeli vardır. Ve üstelik ona (yalnızca) emrimizden (yerine getirilmesi) kolay olanı söyleyeceğiz.”
89-90. (Zülkarneyn) sonra (Doğu’ya doğru) bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere (Doğuda varabileceği en uzak noktaya) vardığı zaman, kendilerine güneşe karşı hiçbir örtü kılmadığımız bir toplumun üzerine güneşin doğduğunu gördü.
Buradan anlaşıldığına göre; Zülkarneyn doğudaki gelişmiş bütün toplumları ziyaret ettikten sonra medeniyetin olmadığı vahşi ve güneşe karşı giyim-kuşam bilmeyen ev yapmayı dahi beceremeyen bir kavimle karşılaşmıştır.
91. İşte (Zülkarneyn ’in) kudret ve saltanatı böyleydi. Andolsun biz, Zülkarneyn ’in maddi ve manevi yönden nelere sahip olduğunu biliyorduk.
92-93. Arkasından yine bir sebebe sarılarak yola koyuldu. Sonunda iki dağ arasına varınca setlerin eteğinde konuştukları dilden anlamayan (farklı dilde konuşan) bir topluluk buldu.
94. Onlar (Tercümanları aracılığıyla): “Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cûc bu ülkede bozgunculuk yapıyor. Sana bir miktar vergi versek, karşılığında onlar ile aramızda bir set (engel) yapar mısın?” dediler. Bkz. 21/96
Ye’cüc ve Me’cüc isimleri üzerinde çokça durulmuş, farklı yorumlar yapılmış ama onlarla ilgili hala kesin bir şey söylenememiştir. Tefsir otoritelerinden bazıları bunlarla ilgili anlatılanları Moğollar ve Tatarlarla özdeşleştirmektedir.
95. Zülkarneyn: “Rabbimin bana verdiği (imkân ve kudret, sizin vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır. Şimdi siz bana gücünüzle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım” dedi.
96. “Bana (yeterince) demir (kütleleri) getirin”. İki yamacın arasındaki boşluğu (dağlarla) bir hizaya getirince, “körükleyin!” dedi. Sonunda demir akkor halini alınca da: “Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım” dedi.
97. Ve böylece (set inşa edilmiş oldu, öyle ki) artık onların düşmanları (Ye’cüc ve Me’cûc) ne onu aşabilirlerdi ne de onda gedik açabilirlerdi.
98. (Zülkarneyn:) “Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi (olan kıyametin kopma vakti) gelince o (yapılan engel)i yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir” dedi.
Yani yaptığımız bu set muhteşem ve güçlü bir yapıdır, öyle ki Ye’cûc ve Me’cûc fitnesinin zulmünden sizleri korudu ama bu set sonsuza kadar sürecek güçte değildir. Zira Rabbimin kıyamet vaadi gelince bu da diğer her şey gibi paramparça olup yerle bir olacaktır.
99. O (birinci kez sûra üflenmesiyle kıyametin koptuğu) gün biz onları bırakırız, dalgalar halinde birbirlerine girerler. (İkinci kez yeniden yaratılış için) sûra üflenince hepsini bir araya toplarız. Bkz. 18/47, 56/49-50
100-101. O gün cehennemi, hakikati görmek hususunda gözleri perdeli olan, (Kur’an’ı) dinlemeye tahammül edemeyen inkârcıların karşısına dikeceğiz.
102. İnkârcılar, benim kullarım(dan herhangi birini) bana karşı (kendilerine) dost, koruyucu edinebileceklerini mi sandılar? Biz cehennemi hakkı inkâr edenler için bir konak yeri olarak hazırladık.
103. De ki: “Size, yaptıklarında en büyük kayba uğrayan kimseleri haber vereyim mi?
104. Onlar; iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.”
105. Onlar, Rablerinin ayetlerini ve O’nun huzuruna çıkacaklarını inkâr edenlerdir. Bu yüzden onların iyi işleri geçersiz olmuştur. Kıyamet günü onların yaptıklarını tartıya (bile) almayız, kendilerine değer vermeyiz.
Şiştikten sonra patlamak anlamına gelen “habita” kelimesi, 103-104- ve 105 ayetlerin anlam akışına uygun olarak çok parlak görünen işlerin sonunda patlayıp işe yaramaz hale geleceği anlamında kullanılmıştır. Bakara 217 “İçinizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünyaya ve âhirete yönelik tüm yaptıkları boşa gidecektir” ayeti de bu konuda insanların dikkatli olması gerektiğine vurgu yapmaktadır.
106. İşte hem inkâr ettikleri hem de ayetlerimi ve peygamberlerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.
107. (Ama) inandıktan sonra dürüst ve erdemli çalışmalar ortaya koyanlara gelince; onlara da konak yeri olarak Firdevs cennetleri vardır.
108. Onlar orada sonsuza kadar kalacaklar (ve) oradan hiç ayrılmak istemeyeceklerdir.
109. De ki: “Rabbimin sözlerini (ilmini) yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere denizler katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.” Bkz. 31/27
“Rabbimin sözleri” deyimi, “takdir edilmiş hüküm” demektir ve Allah’ın sonsuz ilmini, hikmetini, gücünü, “ol” emriyle başlattığı oluş süreçlerini, bütün isim ve sıfatlarının tecellilerini, insan idrâkini aşan bütün konuları anlatmaktadır. Burada akıllara durgunluk verecek güzel bir örnekle Yaratanın sonsuz ilmiyle yaratılanların sınırlı bilgisi arasındaki fark ortaya konulmaktadır.
110. De ki: “Ben de sizin gibi ancak (ölümlü) bir insanım. (Ne var ki) bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolundu. Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi (O’na) ortak koşmasın!”