Sebe suresi, Mekke döneminde inmiş olup 54 ayettir. Sure, adını 15. ayette geçen ve Yemen’de bulunan Sebe halkını anlatan “Sebe” kelimesinden almıştır. Sûrede müşriklerin ahireti inkâr etmeleri, Hz. Davud ve Süleyman Peygamberlerin hayat hikâyeleri ve müşriklerin Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkındaki bazı şüpheleri anlatılıyor. Ardından Sebe halkının müreffeh hayatı kısaca tasvir ediliyor, ancak şımarıklıkları ve hakka karşı direnmeleri yüzünden sel felâketiyle helâk edildikleri konu ediliyor. Tevhid inancının karşıtı olan şirk telakkisinin mâkul ve tutarlı bir dayanağının bulunmadığı, Hz. Peygamberin bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı bir elçi olarak gönderildiği belirtiliyor. Mal ve evlat zenginliğinin kişiyi kurtuluşa eriştirmeyeceği ve Allah’a yaklaştıramayacağı vurgulanıyor. Kur’an ayetlerini geçersiz kılmaya çalışanların çabalarına karşı elem dolu, çok kötü bir azaba çarptırılacakları anlatılıyor. Hz. Peygambere; risâlet görevine karşılık hiçbir bedel talep etmediğini ve hakkın eninde sonunda üstün geleceğini muhataplarına bildirmesinin emredildiği sûrede hakikati inkâr edenlerin kıyamet gününde korku ve telâş içinde ilâhî vahye inandıklarını söyleyecekleri fakat bunun kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı ifade ediliyor.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
1. Bütün övgüler, göklerde ve yerde ne varsa kendisine ait olan Allah’a aittir. Ahirette de hamd O’na mahsustur. O, tam hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyla haberdardır.
2. O, toprağa giren ve ondan çıkan, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir. O, çok merhamet edendir, çok bağışlayandır.
“Toprağa giren ve ondan çıkan, gökten inen ve ona yükselen” söylemini farklı şekillerde düşünebiliriz. Toprağa giren tohumların nebatat olarak geri dönmesi, nebatatın tekrar toprağa dönerek kömür ve petrol gibi yeraltı maden zenginliklerine dönüşmesi; öldükten sonra insan ve hayvan cesetlerinin çürüyüp başka canlılar için beslenme kaynağı olması, başka canlıların da insana ve hayvana hizmet etmesi; yere giren yağmurun, nehirlerde akan, denizlerde biriken suyun buharlaşarak gökyüzüne çıkması ve oradan da tekrar rahmet olarak arza inmesi, böylece yeryüzünün neşv-ü nema bulması; İlahi vahyin semadan gelmesi ve bu yolla olgunlaşan insanın yüce yaratıcısına dua etmesi ve yapılan bu duaların Allah’a ulaşması…bütün bunlar Allah’ın ilmi dahilindedir.
3. İnkârcılar: “Kıyamet bize gelmeyecek” dediler. De ki: “Hayır, insan kavrayışının ötesindeki her şeyi bilen Rabbimin hakkı için o mutlaka sizi bulacaktır! Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey O’ndan gizli kalmaz. Ve bundan daha küçük veya daha büyük (mikro âlemden makro âleme) hiçbir şey yoktur ki (O’nun) apaçık fermanında (bilgisinde) yer almasın.”
4. Çünkü (Allah, o gün) iman edip güzel ve makbul işler yapanları ödüllendirecektir. Onlar için bir bağışlanma ve onurlu bir rızık vardır.
5. Ayetlerimizi geçersiz kılmak için yarışırcasına çaba harcayanlar var ya; işte onlar için de elem dolu çok kötü bir azap vardır.
6. Bilgi ve kavrayış yeteneği ile donatılmış olanlar görüyorlar ki, Rabbinden sana indirilen (Kur’an), hakikatin ta kendisidir. O, kuvvetinde sınır olmayan, her türlü övgüye lâyık olan Allah’ın yolunu gösteriyor.
7. Buna karşılık, inkârcılar, (kendileri ile aynı zihniyette olanlara) şöyle derler:” Siz paramparça olup dağıldıktan sonra, size yeniden yaratılacağınızı haber veren bir adam gösterelim mi?
8. “Bu adam Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa deli midir?” Hayır, aslında ahirete inanmayanlar, koyu bir sapıklığın ve azabın pençesindedir.
9. Onlar gökten ve yerden ne kadarını önlerine serdiğimize ne kadarını da kendilerinden gizlediğimize (ibret nazarıyla) bakmazlar mı? Biz dileseydik onları (korkunç bir deprem, sel felâketiyle) yerin dibine batırır yahut göğü başlarına geçirirdik? Bütün bunlarda, (pişmanlık duyarak) O’na yönelen her kul için bir ders vardır.
Âyetin ilk cümlesi, Allah’ın bilgisinin kuşatıcılığına kıyasla insanın güçsüzlüğünü ortaya koymaktadır.
Bu ayet, Allah’ın sünnetinin yasaları içinde gökte ve yerde cereyan eden ve fakat önceden kestirilemeyen jeolojik ve kozmik olaylara bir atıf olduğu gibi her şeyi mükemmel bir sistem hâlinde düzenleyen Allah’ın insanı başıboş bırakmayacağını gerek dünyada ve gerekse âhirette yaptıklarının hesabını mutlaka soracağını, koyduğu kanunlarla iradesinin tecellisine uygun olarak hak ettiği taktirde onu yerin dibine batırabileceğini ya da gökten başına felâket yağdırabileceğini anlatmaktadır. Hesap sormak illa da karşılıklı olarak bir şeyin muhasebesini yapmak değil, yapılan bir şeyin karşılığının yaşanması hesabın görülmesi anlamına da gelmektedir.
10. Andolsun ki biz, Davud’a kendi katımızdan bir üstünlük verdik. “Ey dağlar ve kuşlar! O, Allah’ın yüceliğini terennüm ettikçe siz de edin (onunla beraber Allah’ın istediği gibi vazifenizi yapın)!” dedik. Ayrıca demiri onun için yumuşattık. Bkz. 21/79, 38/18
“Demiri onun için yumuşattık” cümlesindeki “hadid” kelimesini mecâzi anlamda kullanarak “ondaki sertliği yumuşattık” şeklinde tercüme etmek doğru olmaz. Zira hem bir sonraki ayette hem de Enbiya sûresi 21/78. âyette Hz. Davud’a demirden zırh yapma sanatı öğretilmiştir. Bu da gösteriyor ki; Allah Hz. Davud’a demiri kullanmanın yollarını öğretmiştir.
11. Ona: “İnsan vücudunu iyice saracak geniş zırhlar yap ve zırhların parçalarını birbirine ölçülü biçimde tak” dedik. “(Ey Davut hanedanı!) İyi işler yapın! Çünkü ben yaptıklarınızı görüyorum” diye (vahyettik). Bkz. 21/80
12. Süleyman’ın emrine de sabahleyin esince bir aylık uzağa giden, akşamleyin de bir aylık mesafeyi aşarak geri gelen rüzgârı verdik. (Onun için) erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Cinlerden bir kısmı (da) Rablerinin izniyle onun için çalış(maya mecbur kılın)dılar. Onlardan hangisi emrimizden çıkarsa, ona çılgın bir ateşin azabını tattırıyorduk.
Hz. Süleyman’a mucizevi bir şekilde Allah’ın yardımıyla o güne kadar, hatta belki de günümüze kadar kimseye nasip olmamış olan ilim ve teknoloji öğretilmiştir. Ona lütfedilen bu nimetlerden bir tanesi de deniz yolunu çok iyi kullanmasıdır. Rakiplerinin uzun zamanda ulaşabildikleri mesafeye o kendisine lütfedilen özel teknoloji ile ürettiği gemilerle rüzgârın gücünü de kullanarak kısa zamanda ulaşabiliyordu. Ayetin ilk cümlesi, Hz. Süleyman’ın inşâ ettirdiği deniz ticaret filolarına atıf olsa gerektir.
13. (Cinler, Süleyman’a) dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi! (Allah’a) şükrederek çalışın!” Kullarımdan (layıkıyla) şükredenler azdır.
“Havuz büyüklüğünde çanaklar” ifadesinden anlıyoruz ki Hz. Süleyman uyduyu çok iyi kullanmış ve bu yolla zengin bir haber ağı kurarak uluslararası arenada gücünü kanıtlamıştır. Çanakların büyüklüğüne ve havuz şeklinde yapıldığına dikkat çekiliyor. Zira uydudan gelen sinyallerin belli bir noktada kaliteli bir şekilde kısa zamanda toplanması için çanağın büyüklüğü ve geometrisi çok önemlidir.
14. Sonra onun (Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak değneğini yemekte olan bir ağaç kurdu gösterdi. Artık o, yere yıkılıp düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azap içinde kalıp yaşamazlardı.
Ayette, cinler için kullanılan “aşağılayıcı azap içinde kalmamış olacaklardı” söylemi, kendi istekleri olmadan zor işlerde çalıştırıldıkları ve bu nedenle kendilerini aşağılanmış ve küçük düşürülmüş olarak gördükleri için kullanılmıştır. Yoksa onların yaptığı iş onları aşağılayıcı ve küçük düşürücü bir iş değildi. Cinler, Hz. Süleyman’ın ölümünü anlamadıkları için çalışmaya devam etmişlerdi. Ağaç kurdunun değneği yemesi ve değneğin kırılması sebebiyle Süleyman yere düşünce, anlaşıldı ki, eğer cinler Hz. Süleyman’ın öldüğünü bilmiş olsalardı o yorucu çalışmaya devam etmezlerdi. Ayetten de anlaşılıyor ki; Hz. Süleyman’ın öldüğünü bilemeyen cinler asla gaybı bilemezler.
15. Andolsun ki, bir vadinin sağında ve solunda uzayan iki ovadan oluşmuş (Yemen’deki) Sebe yurdundan da alınacak ibret vardır. Onlara şöyle denilmişti: “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. (Beldeniz) güzel bir belde, Rabbiniz de çok bağışlayıcı bir Rabdir.”
“Sebe”, Güney Arabistan’da Yemen’de milattan önce 11. yüzyılda kurulmuş olan büyük uygarlıklardan birisidir. Hz. Süleyman tarafından İslam topraklarına katılmıştır. Sebe halkı, Yemen’de yaşamış, dedelerinin ismiyle anılan bir kabiledir. Kendilerine birkaç peygamber gönderilmiş ise de refah düzeylerinin yüksek olması sebebiyle şımarmışlar, bozgunculuk yaparak insanlara zulmetmişlerdir. Kedilerini uyarmak için görevlendirilen peygamberlere de itaat etmemişler ve onlara karşı da isyanlarına devam etmişlerdir.
16. Ancak onlar (Allah’ın doğru yola davetini kabul etmeyerek) yüz çevirdiler, böylece biz de onlara (barajlarını yerle bir eden) Arîm selini gönderdik. Ve onların iki bahçesini, buruk (ekşi) yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük.
“Arim seli”, şiddetli yağmur sularının su setlerini yıkmasıyla meydana gelen sel felâketi demektir. Topraklarının bolluğu, meyvelerinin çokluğu ve refah seviyelerinin yüksekliği sebebiyle şımaran, nankörleşen, sağa sola sataşan, fesat çıkaran, güçsüzlere zulmeden Sebe halkını cezalandırmak üzere meydana gelen şiddetli yağmurların sebep olduğu sel felaketine “Arîm” seli denmiştir. “Ma’rib Barajı” nın patlamasına da sebep olan bu “Arîm Seli” ile o güzelim evler yerle bir olmuş, bağlar bahçeler yıkılmış, her taraf tanınmaz hale gelmiş ve her şey enkaza dönmüştür.
17. (İşte) verilen nimetlere karşı nankörlük etmeleri sebebiyle onları işte böyle cezalandırdık. Biz (bu şekilde) ancak nankörleri cezalandırırız.
Onlar Allah’ın kendilerine verdiği nimetle Allah’a savaş açtılar, peygamberlerine meydan okudular, insanları sömürdüler, hak ve özgürlükleri kıstılar onun için azabı hak ettiler. Yoksa Allah sadece nimete nankörlük edeni helâk etmez. Nimetle zulmedeni, şımararak zıvanadan çıkanı, taşkınlık yapanı, yeryüzünü fesada uğratanı, isyan edeni, haksızlık yapanı helâk eder.
18. Kendileriyle, içlerinde bereketler kıldığımız memleketler arasında (biri diğerinden) görünebilen kasabalar var ettik ve orada yürüme (imkânlarını) takdir ettik. “Bu (topraklarda) hem geceleri hem de gündüzleri güven içinde gezin/dolaşın!” (dedik).
19. Fakat onlar (İsyankâr bir eda ile): “Ey Rabbimiz! (Çok kâr edebilmemiz için bulunduğumuz şehirle, mal getirdiğimiz o şehir arasındaki mesafeyi), seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları, (kendilerinden sonra gelenlerin dillerinde dolaşan) masallara çevirdik ve kendilerini (başka yerlere göç suretiyle) dağıttık. Muhakkak ki bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler vardır. Bkz. 16/112, 28/58
Ticaretteki başarılarıyla öyle şımardılar ki; daha çok kazanma hırsıyla hem konaklama sayısını çoğaltarak oralardaki insanları soymak ve sömürmek hem de ticareti herkesin kolayca yapamayacağı bir duruma getirmek için ithalat ve ihracat yerlerinin arasındaki mesafenin daha da uzun olmasını istediler.
20. Andolsun ki, İblis, onlara ilişkin beklentisini gerçekleştirmiş ve bir grup mü’minin dışında hepsi ona uymuştu. Bkz. 4/118-119, 7/16-17
Evet, şeytanın insanlardan beklentisi: “Ey Rabbim! Andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlaslı olan kulların hariç, onların hepsini azdıracağım. “Ancak içlerinden, Sana yürekten bağlanan samîmî kulların hariç!” (Hicr 15/39-40)
21. Aslında şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu, hiçbir yaptırım gücü yoktu. Ama biz ahirete inananları, o konuda kuşku içinde olanlardan ayırmak istedik. Her şey, senin Rabbinin gözetimi altındadır.
22. (Müşriklere de ki:) “Allah dışında ilâh olduklarını iddia ettiğiniz putları imdada çağırınız bakalım! Onlar göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip değillerdir. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, Allah’ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.” Bkz. 2/167, 16/27, 28/62, 37/22-24
23. (Allah katında) O’nun izin verdiği kimseden başkasına şefaat yarar sağlamaz. (Şefaat bekleyenlerin) kalplerinden korku giderilince, diğerleri onlara, “Rabbiniz ne buyurdu (nasıl hüküm verdi)?” diye sorar. Onlar da “Her zamanki gibi gerçeği.” diye cevap verirler. O, her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür. Bkz. 2/123, 255, 6/51, 70, 10/3, 20/109, 21/28, 53/26
“Şefaat” terimi en yanlış anlaşılan Kur’an kavramlarından biridir. Aracılık, arabuluculuk, tavassut, iltimas gibi anlamlara gelen şefaat; insanların cennete gitmesi için peygamberlere, “Allah dostlarına”, Kur’an talebelerine ve şehitlere verilen bir yetki olarak yorumlanır. Bu yaygın inanç, insanlara ilahi buyruklarla hayatlarını inşa etmek yerine -sözde- ehil olan insanların şefaatine sığınarak kolay yoldan cennete girme rahatlığını verir. Oysa Kur’an iyi anlaşıldığı taktirde görülecektir ki; Allah’ın bağışlamasının dışında kişinin şefaatçisi kendi amelleridir. “Hiç kimsenin başkasına bir yararının olmayacağı, hiç kimseden fidye kabul edilmeyeceği, hiç kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların hiçbir yerden yardım görmeyeceği günden sakının!” (Bakara 2/123) “Kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi bulunmaksızın, Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkanları, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, bu (Kur’an ile) uyar!” (En’am 6/51) Ayrıca Bakara 2/254 ve 255’te “ahirette hiçbir şekilde şefaatin olmayacağı ve bütün yetkinin Allah’ın elinde olacağı” açıkça anlatılır. İnfitar 82/19 “O gün kimse kimseye hiçbir fayda sağlayamayacaktır.”, Secde 32/4 “Allah’tan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur.” Necm 53/39 “İnsan için ancak çalıştığı vardır”, “Onların hepsi kıyamet günü O’na tek başına gelecek.” Meryem, 19/95 öğretileriyle Kur’an, cennete gitmek için insanın şefaatçisinin kendi eylemlerinin olacağını açıkça belirtir. Ayrıca Şuara 26/86’da Hz. İbrahim’in babası için, Hud 11/45’te Hz. Nuh’un oğlu için yaptığı isteğin karşılık bulmaması da şefaat konusundaki yanlış algıyı ortadan kaldırmaktadır. “Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, (O’nun) dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar” (Necm 53/26). Bu ayetten de anlıyoruz ki şefaat; Allah’ın cennet ehline yapacağı yardımın melekler vasıtasıyla gerçekleştirilmesidir.
24. Söyle onlara: “Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir?” De ki: “Allah’tır! O halde ya bizden yahut sizden biri doğru yolda, (diğeri ise) açık bir sapıklık içindedir!”
25. De ki: “Bizim işlediğimiz suçlardan siz sorumlu tutulmazsınız. Sizin işlediklerinizden de biz sorumlu tutulmayız.”
26. De ki: “Rabbimiz hepimizi kıyamet günü bir araya toplayacak, sonra da aramızda hak ile hüküm verecektir. O, gerçeği apaçık ortaya koyan, her şeyi hakkıyla bilendir.”
27. De ki: “Allah’a koştuğunuz ortakları bana gösterin bakalım! Olacak şey değil bu! Doğrusu O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
28. (Ey Resul!) Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdeleyicisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik. Ama insanların çoğu senin risaletinin onlar için ne büyük bir nimet olduğunu bilmezler. Bkz. 7/119, 17/105, 25/56, 33/4, 35/24, 48/8
29. Onlar: “Eğer doğru söylüyorsanız, şu vaat ne zaman gerçekleşecek?” diyorlar.
30. De ki: “Sizin için belirlenen bir gün vardır ki, ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz ne de ileri geçebilirsiniz.”
31. İnkârcılar: “Biz bu Kur’an’a da ondan önceki kitaplara da asla inanmayız” dediler. Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman, o zalimleri birbirlerine laf atıp tutarken bir görsen! (Yeryüzünde) güçsüz olanlar (vaktiyle körü körüne itaat ettikleri) o büyüklük taslayan (patron)lara: “Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman eden kimseler olurduk” diyecekler.
32. Büyüklük taslayanlar, güçsüzlere (Al-lah’ı bırakıp kendilerine kulluk edenlere): “Nasıl olur? Size doğru yolu açıkça gösteren (Kur’an) geldikten sonra (siz ona iman edecektiniz de) biz mi sizi (zorla) ondan alıkoyduk? Hayır, suçlu olan sizdiniz!” diyecekler.
33. Bunun üzerine güçsüzler, büyüklük taslayanlara: “Hayır, bizi hidayetten saptıran gece ve gündüz kurduğunuz tuzaklardı. Çünkü siz bize Allah’a nankörlük etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar. Biz de inkârcıların boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.
34. Biz, ne zaman bir topluma bir uyarıcı göndermişsek oranın şımarık zenginleri: “Biz, sizin gönderdiğiniz şeyleri (Allah’ın emirlerini) inkâr ediyoruz.” demişlerdir.
35. Ve yine “Bizim malımız da evlâdımız da sizinkinden daha fazla, sizden daha güçlüyüz. Biz, öyle azap falan da görecek değiliz!” diye karşı çıkmışlardır.
Yani “biz gerek ekonomik gerek sosyal gerekse nüfuz ve nüfus bakımından sizden ilerdeyiz. Bu da gösteriyor ki doğru yolda olan biziz, siz değilsiniz. Siz doğru yolda olsaydınız bu nimetlere biz değil siz sahip olurdunuz.” diyorlar. İşte cevabı Allah veriyor:
36. De ki: “Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Fakat insanların çoğu (Allah’ın yol ve yöntemlerini) bilmezler.”
Allah’ın, kullarına farklı oranlarda rızık vermesi, tamamen O’nun seçimi ve takdiriyle alakalı bir durumdur. Bu konuda bizim söyleyebilecek hiçbir sözümüz yoktur. Kişinin entelektüel seviyesi, kültürü, eğitimi, bilgisi, tecrübesi, mahareti, zekâsı, çalışkanlığı hangi seviyede olursa olsun Allah takdir etmedikçe -toplum diliyle- zengin olamaz. Eğer bir insana Allah bol rızık takdir etmişse, – aptal da olsa- ona da kimse mâni olamaz. Bu demek değildir ki nasıl olsa Allah’ın takdir ettiği tecelli edecek, o halde insan yan gelip yatsın. Elbette ki insan sürekli çalışmalı, araştırmalı, buluş yapmalı, üretmeli, yetiştirmeli, istihdam sağlamalı ama bütün bunların karşılığını almada işi Allah’ın takdirine bırakmalıdır. Kişi çok kazanıyor diye şımarmamalı, yoldan çıkmamalı, aslını inkâr etmemeli, geçmişini unutmamalı, nimeti kendinden bilmemeli, Allah’a vefasızlık etmemeli, insanları küçük görmemeli.
Yine kişi zengin olamıyor, çok kazanamıyor, modern evlerde yaşayamıyor, lüks arabalar binemiyor, yazlıklar kışlıklar alamıyor, çocuklarını özel okullarda okutamıyor, uzun soluklu tatillere çıkamıyor diye de kahrolmamalı. Zira hayat sadece dünyadan ibaret değildir. Allah isterse, kırk sene çalıştırır bir yıllık verir, isterse bir yıl çalıştırır kırk yıllık verir. Bazen de kırk yılda verdiğini bir ayda belki bir anda geri alır. Ama her çalışana geçimini temin edecek kadar rızık mutlaka verir. Biz Allah’a neden böyle yapıyorsun diye de soramayız. Allah öyle takdir ediyorsa vardır onda bir hikmet ve hayır. “… Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için iyi, hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. (Hakkınızda neyin hayır neyin şer olacağını) Allah bilir, siz bilemezsiniz. (Bakara 2/216) Durum böyledir diye zenginliği ve yoksulluğu, asla Allah’ın lütfunun veya cezasının bir işareti olarak görmemek gerekir.
37. (Ey insanlar!) Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de çocuklarınız. Yalnızca iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar (bize yakın olabilirler). İşte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar cennet köşklerinde güven içinde olacaklardır.
38. Ayetlerimizi geçersiz kılmak (onları etkisiz hale getirmek) için çaba gösterenler var ya; işte onlar azapla yüz yüze bırakılacaklardır.
39. De ki: “Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Siz (Allah yolunda hayır için) her ne harcarsanız, (Allah) onun yerine başka (daha iyi)sini verir. Zira O, her zaman en hayırlı rızk veren ve rızk vermede tam yetkili olandır.”
40. (Allah) o gün (kıyamette), onların hepsini bir araya toplayacak, sonra da meleklere: “Bunlar mı size tapıyorlardı?” diyecek.
41. (Melekler de:) “Senin şanın yücedir. Bizim koruyucumuz onlar değil, sensin. Hayır, onlar bize değil, cinlere tapıyorlardı. Onların çoğu cinlere inanıyordu” diyecekler.
42. Derken (Allah şöyle buyuracak): “Bugün birbirinize ne faydalı olabilirsiniz ne de zarar verebilirsiniz!” Ve o gün (Allah’a ortak koşarak ve haddini aşarak kendilerine zulmetmiş olan) o zalimlere şöyle sesleniriz; “(Dünyada iken) yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın bakalım!”
43. Ayetlerimiz apaçık bir şekilde onlara okunduğu zaman: “Bu adamın tek istediği şey, sizi atalarınızın taptığı putlardan vazgeçirmektir” ve (yine): “Bu (Kur’an), düzmece bir yalandan başka bir şey değil” dediler. İnkârcılar, kendilerine ulaşan hakikat için, “bu açıkça büyüleyici bir sözden başka bir şey değildir” dediler.
44. Oysa biz onlara (Kur’an’dan önce), okuyup mütalâa ettikleri bir kitap vermedik (ki, Kitabın ne olduğunu bilip, Kur’an hakkında ileri geri konuşsunlar). Ayrıca senden önce onları uyarmakla görevli bir uyarıcı da göndermedik (ki, seni bir yalancı olmakla suçlayabilsinler).
45. Onlardan öncekiler de (hakikati böyle) yalanlamışlardı. (Sakın servetlerine, güçlerine güvenmesinler) Zira bunlar onlara verdiğimiz (güç ve kuvvetin) onda birine bile ulaşamamışlardır. (Evet onlara bahşettiğimiz bunca nimete rağmen) resullerimi yalanladılar. Fakat sonunda, Bana meydan okumak nasıl olurmuş, gördüler!
46. (Ey Muhammed!) Onlara de ki: “(Ey müşrikler!) Size bir tek öğüdüm var: Allah için ikişer ikişer, teker teker kalkın, sonra da iyice düşünün!” Arkadaşınızda cinnetten eser yok! O, şiddetli bir azap öncesinde sizi uyaran bir kişiden başkası değil.
Ayette geçen, “İkişer ikişer, teker teker kalkın, sonra da iyice düşünün” ifadesi, insanın hem sosyal sorumluluğunu hem de kişisel tavrını ihtiva eden ve tefekkürü ve muhakemeyi esas alması gerektiğine vurgu yapan bir söylemdir. Tefekkürün, muhakemenin sosyal ve psikolojik anlamda insan üzerinde çok büyük etkisi vardır. Eğer insan düşünürse, düşündükleri de vahiy eksenli ve vicdan yörüngeli olursa, nereden geldiğini, neden yaratıldığını, niçin yaşadığını, nasıl yaşaması gerektiğini ve nereye gittiğini, her şeyin onun emrine niçin verildiğini ve nihai nimetlerin onun için neden hazırlandığını mutlaka anlayacaktır.
47. De ki: “Sizden herhangi bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Benim mükâfatımı verecek olan ancak Allah’tır. O, her şeye hakkıyla şahittir.” Bkz. 6/90, 23/72, 25/57, 36/21, 38/86, 42/23
48. De ki: “Rabbim, kuşkusuz, (yalan ve sahte olana karşı) değişmez gerçeği ortaya koyacaktır. O, yaratılmışların bilmediği her şeyi hakkıyla bilendir.”
49. De ki: “Değişmez gerçek, (bütün açıklığıyla) ortaya çıkmıştır (yalan ve sahte olan ise sönüp gitmeye mahkûmdur). Çünkü sahte ve yalan ne yeni bir şey getirebilir ne de (geçmiş olanı) geri döndürebilir”.
50. De ki: “Ben eğer sapmışsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete ermişsem, bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O, (her şeyi) hakkıyla işitendir, kullarına çok yakındır.”
51. Onları bir de paniğe kapıldıklarında görsen! Kaçacakları hiçbir yer yok. (Cehennemin) yakınında yakayı ele vermişlerdir.
52. (Azabı gördükleri zaman:) “Biz O’na inandık” derler. Ama iyice uzağında kaldıkları (dünya hayatı gelip geçtikten sonra) imanı nasıl yakalayacaklar?
53. Hâlbuki daha önce onu inkâr etmişlerdi. O zaman insan kavrayışının ötesindeki (ahiret) hakkında uzaktan laf atıp tutuyorlardı.
54. Artık kendileriyle (dünyaya dönüş) arzularının arasına engel çekilmiştir. Nitekim bundan evvel emsallerine de böyle yapılmıştı. Çünkü onlar (azap ve kıyamet hakkında) derin bir şüphe içinde idiler. Bkz. 35/37, 39/58