5 – Maide

       “Maide suresi, Medine’de inmiş olup 120 ayettir. Surenin 112 ve 114. ayetlerinde Hz. İsa’nın Allah’tan istediği sofradan bahsedildiği için sureye “Sofra” anlamına gelen “Mâide” adı verilmiştir. Surede inanç ve ahlak esaslarına, münafıklara, Ehl-i Kitaba ve bazı İslami hükümlere yer verilmiş; aile ve ceza hukuku ile ilgili hükümlere, hac uygulamalarına, meşru usule uygun olmayan hayvan kesimlerine, abdest, gusül, teyemmümle ilgili esaslara değinilmiştir. Şahitlik ve hırsızlık konularının da yer aldığı surede sözlerinde durmayanlar için de uyarılar bulunmaktadır. Surede ayrıca İsrailoğullarının sözlerinde durmamaları, Hıristiyanların yanlış inançları, yolsuzlukları ve dünyaya düşkünlükleri de konu edilmektedir.

       Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
       1. Ey iman edenler! Anlaşmalarınıza sadık kalın! Size haram kılındığı bildirilenlerin dışında, davarların (deve, sığır, koyun vb. gibi büyük ve küçükbaş hayvanların) eti size helal kılınmıştır. Yalnız, (hac veya umrede) ihramlı iken avlanmanız helal değildir. Şüphesiz, Allah dilediği şekilde hükmeder.

       Kur’an’daki evrensel ahlaki değerlerin en önemlilerinden birisi de sosyal hayatın ahengi için insanların anlaşmalara sadık kalmasıdır. İç, dış, özel ve kamu cihetinde yapılan sözleşmelerin bağlayıcılığı çağdaş hukukun gereklerinden biridir. Kur’an asırlar önce, tarafların dinî ve etnik aidiyetlerine bakmaksızın sözleşmelere riayet etmelerini müminlere emrederek bu ilkeyi teyit etmiştir. Bu âyette de Allah’ın emir ve nehiylerine, O’na verilen sözlere, kulların aralarında yaptıkları sözleşmelere riayet etmek dinin esasları arasında gösterilmiştir.

       2. Ey iman edenler! Allah’ın (ibadet için) koyduğu sembollere, (savaşmanın yasak olduğu haram) ay’a, süslenmiş kurbanlıklara ve Rablerinin lütuf ve rızasını isteyerek Mescid-i Haram’a yönelenlere karşı saygısızlık etmeyin! (Hac farizasını bitirip) ihramdan çıktıktan sonra avlanabilirsiniz. (Daha önce) sizi Mescid-i Haram’dan alıkoyanlara karşı öfkeniz saldırganlık yapmanıza yol açmasın! İyilikte ve fenalıklardan sakınmada birbirinizle yardımlaşın; günah işlemek ve düşmanlıkları körüklemek amacıyla yardımlaşmayın! Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah’ın azabı çok şiddetlidir. Bkz. 2/196

       Burada “Allah’ın ibadet için koyduğu semboller” ifadesi, hem Kâbe gibi dinî merasimler için ayrılan mekânları, hem de Safa ve Merve gibi yerleri gösterir. Safa ve Merve’nin “Allah tarafından konulmuş nişaneler/semboller olduğunu” Bakara sûresinin 158. âyetinde görmekteyiz. “Süslenmiş kurbanlıklar” ise, Allah adına kurban edilmek ve etleri yoksullara dağıtılmak üzere hac için Mekke’ye getirilmiş olan kurbanlık hayvanlardır. Bu tür hayvanların geleneksel olarak boyunlarına süsler/gerdanlıklar takılırdı.

       3. Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen (kurban edilen), boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek canı çıkmış, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar ve ayrıca fal oklarıyla kısmet aramanız (kumar yoluyla size dağıtılan et ve yiyecek) de size haram kılındı. İşte bunları yapmak (doğru) yoldan çıkıştır. Artık bugün inkârcılar dininizi söndürmekten ümitlerini kestiler. Öyleyse onlardan korkmayın, bana karşı gelmekten sakının. İşte bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim/seçtim. Kim günaha meyletmeksizin açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, haram olan etlerden yiyebilir. Çünkü Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Bkz. 2/173, 7/157

       Bakara 2/173 ve A’râf sûresinin 7/157. âyetlerinde sıralanan yasaklar bu âyetin ilk kısmında ehemmiyetine binaen tekrar sıralanmıştır. Bunların neden yasaklandıkları konusunda faklı yorumlar yapılmakla beraber bilmeliyiz ki; Allah bir şeye yasak koyduysa onun bir hikmeti, bir sebebi vardır. Yarattıklarını insanın emrine tahsis eden Rabbimiz, bir konuda bir sınırlama getirmiş ise demek insan için doğru ve hayırlı olan odur.
       Ayette konu yasak olan yiyecekler olduğu için “fal oklarıyla kısmet aramanın” etle yani yiyecekle alakalı olacağını düşünmek daha doğru olur. Zira müşrikler; yola çıkmak, ticaret yapmak, evlenmek, herhangi bir işe başlamak, nesebi şüpheli bir çocuğun babasını belirlemek, öldürülen kimsenin diyetini ödetmek, çocuğu sünnet ettirmek gibi konularda cansız tanrılarının güya görüşünü almak için Kâbe’de bulunan Hübel putunun yanında; her birinin üzerinde: “evet, hayır, diyet, sizden, başkasından, mulsak (nesebi şüpheli) sular (sarih)” ifadelerinin yer aldığı yedi adet fal oku bulundururdu. Kişi, kurbanını sunduktan sonra oklardan birini çeker, üzerinde ne yazılı ise böylece sözde tanrısal iradeyi öğrenmiş olurdu ve ona göre hareket ederdi. Ve bu kurbanın eti insanlara dağıtılırdı.

       4. (Ey Resûl! Mü’minler) sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: “Bütün temiz şeyler size helal kılınmıştır.” Allah’ın size bahşettiği bilgi (ve yetenek sayesinde) eğitip yetiştirdiğiniz (köpek, tazı, atmaca ve benzeri) avcı hayvanların (sizin için) yakaladıklarından üzerlerine Allah’ın adını anarak yiyin. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayın. Şüphesiz ki Allah, hesabı çabuk görendir.
       5. Bugün size temiz olan yiyecekler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helaldir ve sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. İffetli mü’min kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilmiş olan iffetli hanımlar mehirlerini verdiğiniz takdirde; iffetlerini korumanız, zinadan uzak durmanız ve gizli dost edinmemeniz şartıyla size helaldir. Her kim iman etmeyi reddederek, Allah’ın yasalarını inkâr ederse, bütün yaptıkları boşa gidecektir ve o kimse âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.

       Ehl-i Kitabın avladıklarını ya da kestiklerini (İslam’ın cevaz verdiği hayvanlardan iseler ve Allah’tan başkaları adına kesilmemişlerse) yemekte bir beis yoktur. Ancak kanı akıtılmayarak öldürülen hayvanlarla, Allah’ın adını maksatlı olarak anmayı terk edenlerin kestiği hayvanları yemek caiz değildir. Ayrıca En’âm 6/121’e bkz. Hayvanın kanının olabildiğince akıtılması şarttır, çünkü kanın kendisi zaten 5/3. âyette ifade edildiği gibi haramdır.

       6. Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınızı meshedip her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın/meshedin. Eğer cünüp iseniz, iyice (tepeden tırnağa) yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya yolculukta bulunursanız ya da abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin, yüzünüzü ve ellerinizi onunla meshedin. Allah, (bu emirleri vermekle) size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Ancak şükredesiniz diye, sizi (maddi ve manevi kirlerden) temizlemek ve size vermiş olduğu (iman, sağlık ve güzellik gibi) nimetlerini tamamlamak ister.

       Teyemmüm, ellerin içiyle toprağa veya toz alabilen toprak cinsinden herhangi bir şeye dokunup yüzünü yıkar gibi bir defa sıvazlamak, tekrar aynı şekilde vurup, sol eliyle sağ kolunu, sağ eliyle de sol kolunu dirseklerle beraber birer defa sıvazlamak ve bunları temizlenme niyetiyle yapmaktır. Nisâ sûresinin 4/43. ayetinde de belirtildiği gibi, suya ulaşmanın mümkün olmadığı ya da hastalık sebebiyle suyun kullanılamadığı durumlarda teyemmüm, hem cinsel münasebetten sonraki (guslün) boy abdestinin hem de namazlardan önceki abdestin yerine geçer.
       
       7. Allah’ın üzerinizdeki (İslam) nimetini ve O’na verdiğiniz sözü daima hatırlayın! Hani o zaman “işittik ve itaat ettik” demiştiniz. O halde Allah’a verdiğiniz söz konusunda duyarlı ve bilinçli olun. Şüphesiz Allah, kalplerin içindeki (bütün gizli niyet ve düşünce)leri hakkıyla bilendir.
Bkz. 7/172 ve dipnotu, 57/8

       Tefsircilerin çoğuna göre “işittik ve itaat ettik” sözünden Hz. Peygamber’in “Akabe” ve “Hudeybiye” de mü’minlerden aldığı bey’at kastedilmektedir. Doğru ve adil olmak, Hakkı ve haklıyı savunmak, ilkeli ve sorumlu davranmak, adalet ve hakkaniyetle şahitlik etmek, anlaşmalara uymak, Allah’ın kesin emirlerindendir. “Elest Bezmi” diye adlandırılan yerde Allah’ın bütün ruhlara hitaben: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine cevaben onların: A’râf sûresinin 7/172. ayetinde de ifade edildiği gibi “Evet Rabbimizsin” diyerek Allah’ın yaratıcı ve terbiye edici olduğunu kabul ettiklerine dair verdikleri sözdür. Burada iman nimetiyle Allah’tan gelen vahye uyacağına, ilahi mesajın gereklerini yerine getireceğine söz veren insana bu sözü hatırlatılıyor. Ancak biz böyle bir sözü hatırlamadığımıza göre burada anlatılmak istenen Rabbimizin bizi kendisine iman edecek fıtrat ve donanımla yarattığının temsili şeklinde bir anlatımı olabilir. En doğrusunu Allah bilir.

       8. Ey iman edenler! Allah için hakkı/adaleti ayakta tutun ve adaletle şahitlik eden kimseler olun! Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin (kırgınlık ve kızgınlık), sakın sizi adaletsizliğe sürüklemesin! (Siz her zaman, herkese karşı) adil davranın! Bu (davranışınız), Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşamanın tâ kendisidir. Allah’a karşı gelmekten sakının! Şüphe yok ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Bkz. 4/135

       Doğru ve adil olmak, Hakkı ve haklıyı savunmak, ilkeli ve sorumlu davranmak, adalet ve hakkaniyetle şahitlik etmek, anlaşmalara uymak, Allah’ın kesin emirlerindendir. İslami ıstılahta adalet; kültür, bilgi, mevki, cinsiyet, dil, din, mezhep, meşrep, parti, tarikat, ırk veya kişi farkı gözetmeksizin insanlara eşit davranmak ve haklarını vermek demektir. İnsanın huzuru ve güveni, toplumun birliği, dirliği ve barışı; adaletin ayakta durmasına, hakkın teslim edilmesine, haklının korunmasına, adil şahitliğin canlı tutulmasına bağlıdır. Adaletin olmadığı yerde huzur olmaz, ahlak kalmaz, sevgi-saygı bulunmaz, birlik sağlanamaz, barış tesis edilemez, hele medeniyet hiç kurulamaz. Âyetin, mü’minlere hasım topluluklara dahi adaletle muamele etmeyi emretmesi ve bu davranışın takva ile ilişkilendirilmesi bilhassa önemlidir.

       9. Allah, iman edip de doğru ve yararlı işler yapanlara söz vermiştir. Onlar için bağışlanma ve büyük bir ödül (cennet) vardır.
       10. (Hakkı) inkâr edip âyetlerimizi ciddiye almayanlara gelince, işte onlar da cehennem halkı olacaklardır. Bkz. 5/86
       11. Ey iman edenler! Allah’ın size bahşettiği (şu) nimeti hatırlayın! Hani (siz zayıf ve çaresiz durumdayken düşman) bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti. (Allah’ın desteğini almaya devam etmek istiyorsanız) Allah’a karşı gelmekten sakının ve O’nun istediği şekilde hayatınıza devam edin). Mü’minler yalnız Allah’a güvensinler.

       Bu âyet, Kur’an vahyinin başlangıç dönemindeki inananların zayıflığına rağmen Allah’ın inayet ve korumasıyla inkârcılar karşısında güçlenmesine işaret ediyor.

       12. Andolsun ki, Allah İsrailoğullarından (Kenan diyarına göndermek için) on iki temsilci (önder) seçmiş ve onlardan şöyle söz almıştı: “Gerçek şu ki; “Ben (tüm desteğimle zalimlere karşı) sizinle beraber olacağım. Andolsun ki, eğer namazı kılar, zekâtı verirseniz, resullerime inanır (ve itaat ederseniz), onları destekler ve Allah’a güzel bir borç verirseniz (Allah yolunda harcama yaparsanız) elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve Andolsun sizi, altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Ama bundan sonra sizden kim (doğru yolu bulmuşken) inkâr ederse, mutlaka o, dosdoğru yoldan saparak (kendine yazık etmiş olur).” Bkz. 2/245, 5/20-25, 57/18, 73/20

       Âyette geçen “temsilci” ifadesi, “önder, başkan” anlamlarına da geldiği gibi “istihbaratçı” ya da “casus” anlamlarına da gelmektedir. Allah Musa Peygamber’e on iki kabilenin her birinden seçilen güvenilir birer öncü kişiyi İsrailoğullarının işgalinden önce, bilgi toplamak ve organize etmek üzere “Kenan topraklarına” göndermesini emir buyurmuştu.
       Kur’an’ın başka muhtelif yerlerinde birçok kez tekrarlanan “salat” terimi, bir ritüel olmanın yanında Hak’tan yana olmayı ve imanın gereklerini yerine getirmeyi de ihtiva edecek şekilde hayatın tamamında ortaya konan duruşu da ifade eder.
       Ayrıca “salat”; dua, dua etmek; yalvarma, yakarış; konuşma, söylev, nutuk, övgü, nimet, meydana getirmek, sebep olmak, yakından takip etmek, desteklemek, izlemek, uymak, bağlı kalmak, irtibata geçmek anlamlarına da gelir.

       13. (Buna rağmen o günün Yahudileri) verdikleri sözlerden caydıkları için onları (rahmetimizden mahrum ederek) lanetledik ve (hakikati idrak etme melekelerini körelterek) kalplerini katılaştırdık. Onlar ki kelimelerin anlamlarını (Tevrat’ı) tahrif ederler, kendilerine öğütlenen şeyden pay çıkarmayı da unuttular. Pek azı dışında, onlardan sürekli ihanet görürsün. Yine de Sen onları bağışla (kaba ve kırıcı olma), yaptıkları (densizliklere) aldırış etme (sabret ve güzellikten yana ol)! Çünkü Allah iyi davrananları ve iyi yapanları sever. Bkz. 2/104, 4/46 ve dipnotlar.

       Yahudiler, verdikleri sözlerden caydılar. Sebepsiz yere Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Şuayb gibi birçok peygamberi öldürdüler. Hz. İsa’yı öldürmek ve çarmıha germek için tuzak kurdular. Âyette belirtildiği gibi Tevrat’ı tahrif ettiler. Tevrat ayetlerini yorumlarken, sözleri asıl bağlamından kopararak kasten çarpıttılar. Kendi görüşlerini Allah’a isnat ederek keyfî ilaveler ve kasıtlı değişiklikler yaptılar. Verdikleri sözden caydıkları için Allah da onları lanetledi ve kalpleri katılaştı. (Bakara, 2/74) Çünkü batıl inançlara maksatlı olarak sarılan ve hakikatin sesini dinlemeyi inatla reddeden insanların zamanla ferasetleri kayboluyor.
       M.Ö. 586 Yılında Babil İmparatoru Buhtunnasır, Kudüs’ü işgal edip Mescid-i Aksa’yı tahrip etmiş, İsrailoğullarının ileri gelen âlimlerini öldürmüş ve ezberlenmemiş ve tek nüsha halinde bulunan Tevrat’ı yakmıştı. Daha sonraki yıllarda esaretten kurtulan İsrailoğulları, Tevrat’ın hatırlarda kalanlarını toplayarak kendilerine göre bir Tevrat oluşturdular. Bu esnada hazır fırsat ellerine geçmişken işlerine geleni bıraktılar, gelmeyeni çıkardılar.

       14. (Bunun gibi) “Biz Nasarayız/Hristiyan’ız” diyenlerden de (peygamberlerine ve kitaplarına inanıp itaat edeceklerine dair) sağlam söz almıştık. Ama onlar da kendilerine öğretilen hakikatlerden pay almayı/nasiplenmeyi unuttular. Bu yüzden, Biz de aralarına (tâ) kıyamete kadar sürecek olan bir kin ve düşmanlık soktuk. Yakında (Mahşer günü) Allah yaptıklarını (sanata dönüştürdükleri dini tahrif etmeyi) onlara haber verecektir!

       Ayette zikredilen Hristiyanlar Pavlus Hristiyanlığından önce yaşayan İsevilerdir. Ayette de görüldüğü gibi Hz. İsa onların arasındaydı ve “teslis” yani Tanrının üç ayrı kişiden oluştuğu inancı henüz yoktu. Bakara sûresinin 2/146. âyetinde de ifade edildiği gibi Hz. Muhammed’i kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyan o günün Hristiyanları, bilerek ona ve onun getirdiği vahye inanmadılar. Hakikati örtbas ettiler. Hz. İsa’yı haksız şekilde Allah’ın insan şeklindeki bir tezahürü olarak görerek ulûhiyet makamına yükselttiler, onun için “Allah’ın oğludur” dediler. Böylece onun getirdiği mesajın özüne ters düşerek Hz. İsa’nın gerçek öğretisinden uzaklaştılar. Buna karşılık, âyette belirtildiği gibi Allah, Hristiyan toplulukları kendi aralarında düşmanlıkla cezalandırdığından dolayı sürekli savaşlara yol açan birbirlerine düşman yüzlerce mezhep türemiş, onlarca farklı İncil yazılmıştır.
       Ayetin sonunda “yasnaûn” kelimesinin gelmesi de manidardır. Çünkü Kur’an’da genelde “yapmak” anlamına gelen “ya’melûn” kelimesi kullanılır. “Yasnaûn” sanat icra ederler anlamındadır. Yani bunlar din ile oynamayı, vahyin içeriğini değiştirmeyi kendilerine sanat edinmişlerdir. Bu itibarla ayetin son cümlesini “Sanata dönüştürdükleri dini tahrif etmeyi mahşerde Allah onlara soracaktır” şeklinde yorumlamak daha doğru olur.

       15. Ey Ehli Kitap! Kitaptan (Tevrat ve İncil’den) gizlemekte olduğunuz birçok şeyi size açıkça bildiren ve birçoğunu da (gerekli görmediği için yüzünüze vurmayıp) affeden Resulümüz gelmiştir. İşte size Allah’tan bir nûr ve hakikatleri açıklayan bir kitap (Kur’an) gelmiştir.

       “Kitap’tan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açığa çıkaran ve birçoğunu da yüzünüze vurmayıp affeden” ifadesi, Kur’an’ın temel ilkelerinden biri olan, ilahi vahyin tarihsel sürekliliği akidesine bir işarettir. Allah, Risâlet gelmeden önce, geçmiş kitapların ve şeriatların içerdiği hükümlerden uygulanmaz hale gelenleri neshetmiş, sürekli ve kapsayıcı yeni ilave hükümlerle dinini tamamlamıştır.

       16. Allah, rızasını kazanmak isteyenleri bu kitap sayesinde barış, esenlik ve kurtuluş yollarına ulaştıracaktır. Onları kendi izni ve iradesiyle (dalalet ve cehalet) karanlıklarından (kurtarıp) aydınlığa çıkaracak (ve sonu cennet olan) dosdoğru yola iletecektir. Bkz. 2/2, 3/103, 6/155, 10/57, 14/1

       “Kur’an sayesinde Allah’ın rızasını gözetenlerin kurtuluşa ermesi” tanımlaması, insanın hem maddi hem de manevi her türlü kötülükten emin olması ve iç huzuru yakalaması demektir. Yunus sûresinin 10/57. âyetinde de ifade edildiği gibi Kur’an insan için genel anlamıyla bir “şifa” kaynağıdır, selamet ve saadeti için bulunmaz bir hazinedir. Kâinat kitabını doğru okuyan ve hayatını Kur’an’a göre programlayan insanın önündeki yolların kapanması mümkün değildir. Şirk, iftira, fitne, yalan, hırsızlık, aldatma, kayırma, zulüm gibi kötülüklerin her türlüsünden uzak kalarak, huzurla dolu, barış ve esenliğin hâkim olduğu bir hayatın tesisi ancak Kur’an’la mümkündür. Kur’an’la hayatın dizayn edilmesi için, onun çok iyi anlaşılması lazım. Anlaşılmayan bir şeyi okumanın kimseye bir faydası yoktur.

       17. Şüphe yok ki, “Meryem oğlu Mesih Allah’tır!” diyenler (şirke girip) kâfir olmuşlardır. De ki: “Eğer Allah, Meryemoğlu İsa’yı, onun annesini ve yeryüzündeki herkesi yok etmek istese O’na kim engel olabilir? Zira göklerin, yerin ve onlar arasında bulunan her şeyin hükümranlığı Allah’a aittir. O dilediğini (dilediği şekilde) yaratır. Çünkü O’nun gücü her şeye yeter!” Bkz. 2/116 ve dipnotu; 5/72, 73; 9/30; 16/57
       18. Yahudi ve Hristiyanlar: “Biz Allah’ın çocukları ve sevgili kullarıyız” dediler. De ki: (madem Allah’ın çocuklarısınız) “O halde ne diye günahlarınızdan ötürü (Allah) sizi cezalandırıyor? Hayır, siz de O’nun yarattıklarından birer beşersiniz. O, kullarından (niyet ve eylemlerine göre) dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır. Göklerin, yerin ve bunların arasındakilerin tümünün mülkü Allah’ındır. (Sonunda) dönüş ancak O’nadır.”
       19. Ey kitap ehli! Resullerin arası kesildiği bir sırada, “Bize müjdeleyici ve uyarıcı bir resûl gelmedi” demeyesiniz diye, işte size hakikatleri beyan eden, müjdeleyici ve uyarıcı resulümüz gelmiştir. Allah her şeye kâdirdir.

       Hz. İsa’dan yaklaşık altı asır geçtikten sonra Hz. Muhammed resûl olarak görevlendirildi. Bu iki peygamber arasındaki zamana “Fetret devri”, bu dönemde yaşayanlara da “fetret ehli” denmektedir. Otoritelerin çoğuna göre Hz. Musa ile Hz. İsa arasındaki zaman bin yedi yüz sene, Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasındaki zaman da altı yüz senedir. Yaygın inanışa göre, Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında peygamber gelmemiştir. Oysa “Andolsun ki biz her topluma: “Allah’a kulluk edin ve tağûta kulluk etmekten sakının” diyen bir peygamber gönderdik” (Nahl 16/36), “Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın” (Fatır 35/24) buyrulmaktadır. Ayette zikredilen “resullerin arası kesildiği sırada” cümlesi altı yüz sene gibi uzun bir zamanı kapsayıp kapsamadığı bilinmemektedir. Ancak Kur’an’da adı geçen peygamberlerde Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında herhangi bir nebi ismi zikredilmemektedir. Bu, iki nebi arasında peygamber gelmediği anlamına gelmez. Zira Mü’min suresi 40/78. ayette “Andolsun, senden önce de resuller gönderdik. Onlardan sana anlattıklarımız da var, anlatmadıklarımız da” buyrulmuştur. Dolaysıyla peygamber gelmiş de Kur’an’da zikredilmemiş olabilir. Bize düşen, Hz. Peygamber’in çağrısının getirdiği ahlakî ve manevî disipline uymaktır.

       20. Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Allah’ın size geçmişte lütfettiği nimetini hatırlayın! Zira O, içinizden nebîler çıkarmış, sizi (özellikle Yusuf nebi zamanında) yöneticiler ve hükümdarlar yapmış ve dünyada başka hiçbir topluma vermediği nimetleri size vermişti.”

       Kur’an bu âyetle, 12 ve 13. âyetlerde işaret edilen, kesin taahhütlerini bozan ve Allah’a olan inançlarından rücu eden İsrailoğulları kıssasına yeniden dönüyor. İsrailoğullarına, kendi içlerinden peygamber çıkardığını, bu peygamber aracılığı ile onları Firavun’un zulmünden kurtardığını, onlara hâkimiyet ve özgürlük verdiğini, bulutları üzerlerine gölge yaparak kendilerine kudret helvası ve bıldırcın nimeti lütfettiğini, taşlardan her kabile için su fışkırttığını, Hz. Yusuf zamanında hükümdarlık ihsan ettiğini hatırlatıyor. Bir sonraki âyetteki “Allah’ın size vaat ettiği kutsal topraklara girin” ifadesi bu âyetle doğrudan bağlantılıdır.

       21. (O halde) “Ey kavmim! Allah’ın size (vatan olmak üzere) nasip ettiği (Filistin diyarındaki) kutsal topraklara girin ama sakın geri dönmeyin, yoksa kaybedenlerden olursunuz!”

       “Kutsal topraklar”, Hz. İbrahim, İshak ve Yakup peygamberlerin vatanı olan Filistin’dir. Bu âyet, Hz. Mûsâ’ya tâbi olan o dönemin İsrailoğulları’ndan bahsetmektedir. Dolayısıyla onların üstün nimetlere mazhar olmaları ve Filistin’e girmeleri o döneme aittir.

       22. Onlar, “Ey Musa! Orada zorba bir millet vardır, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer çıkarlarsa o zaman gireriz” demişlerdi.
       23. (Bunun üzerine) Allah’ın nimetine mazhar olan ve sorumluluk bilinciyle yaşayanlardan iki kişi şöyle dedi: “Onların üzerine (yürüyün. Şehre) kapıdan girin! Oraya girerseniz muhakkak ki galip gelirsiniz! Ve eğer gerçekten inanıyorsanız Allah’a güvenmelisiniz!”

       Âyette geçen “sorumluluk bilinciyle yaşayan iki kişi”nin 12. âyette geçen İsrailoğullarının işgalinden önce, bilgi toplamak üzere “Kenan topraklarına” gönderilen on iki istihbaratçı arasında bulunan Yeşu ile Kaleb olduğu söylenmektedir.

       24. İsrailoğulları şöyle dediler: “Ey Musa, o zalimler orada bulundukça hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Artık sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturup bekleyeceğiz.”
       25. Musa: “Ya Rabbi, ben kendimden ve kardeşim (Harun’dan) başkasına söz geçiremiyorum. O halde, şu fasık kavimle yollarımızı ayır ya Râb!” diye yalvardı.
       26. Allah: “Öyleyse, bu (topraklara girmek) onlara kırk yıl boyunca yasaklanmıştır. Bu süre içinde yeryüzünde sersem sersem (aptalca) dolaşıp dursunlar. Sen artık bu fâsıklar topluluğu için üzülme!” buyurdu.

       Ayette geçen “kırk” sayısının çokluktan kinaye olduğunu yani “yıllarca, uzun zaman” anlamında kullanıldığını söyleyenler olsa da “kırk sayısı” Yahudi kültüründe gizemli bir anlam taşımaktadır. Nitekim Hz. Musa’nın Sina Dağına gidişi de kırk gün sürmüştü. “Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik” (Bakara 2/51), “Musa için (Sina Dağında) otuz gecelik bir süre belirledik ve buna bir on gece daha ekleyerek (kırka çıkardık)” (A’râf 7/142). Peygamberlerine karşı gelerek mukaddes beldeye girmek istemeyen İsrailoğulları kırk yıl gibi uzun bir zaman Tih çölünde kısılıp kaldı ve birçokları öldü, yerlerine yeni nesiller geldi. Hz. Musa’nın vefatından sonra peygamber olan Hz. Yuşa zamanında Filistin fethedilerek Yahudiler oraya yerleşti.

       27. (Ey Muhammed!) Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçeğe dayalı hikâyesini anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinin (Habil’in) kurbanı kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen (Kabil), kardeşine: “Yemin ederim ki seni öldüreceğim” deyince, diğeri (Habil): “Allah, ancak kendisine karşı sakınanlardan (kurbanı) kabul eder” demişti.
       28. “Eğer beni öldürmek üzere elini bana kaldırırsan, (kendimi savunmaya çalışırım ama) ben seni öldürmek için (asla) elimi sana kaldırmam. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı yanlış yapmaktan korkarım.”
       29. “(Beni öldürürsen) dilerim ki hem benim günahlarımı hem de kendi günahlarını yüklenesin de cehennem halkından olasın. Zalimlerin cezası işte budur” (dedi).

       Yani beni öldürmekle öyle günah kazanacaksın ki sanki benim günahlarımı da üzerine almış gibi çok büyük vebal alarak cehennem halkından olacaksın. Yoksa birisi bir başkasına kötülük yaptı diye onun günahlarını transfer etmiş olmaz. Öyle olsaydı bu ayetler gelmezdi: “Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez” (Fatır 35/18), “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez” (Necm 53/38).

       30. Sonunda nefsi onu, kardeşini öldürmeye sevk etti de onu öldürdü. Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.
       31. Sonra Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl gömeceğini göstermek için (Kabil’e) toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. “Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömemiyor muyum?” dedi ve böylece o artık pişman olmuştu (ama iş işten geçmişti).

       Kıskançlık, bütün insanların yaşadığı evrensel bir duygudur. Başaramadığımızı başarana, dikkati daha çok çekene, sahip olmadığımıza sahip olana, daha huzurlu, daha özgüvenli, daha mutlu yaşayana karşı duyduğumuz tarifi zor bir duygudur kıskançlık. Beklediği ilgiyi, sevgiyi, saygıyı, şefkati göremediği zaman kişide kıskançlık duygusu görülebilir. Aşırıya kaçmadığı, hasede dönüşmediği ve zararlı olmadığı sürece yaşanan bu kıskançlık doğal bir duygudur. Ancak, bu duygunun imanla kontrol altına alınması gerekir. Allah’ın takdirine ve adaletine inanan insanların kıskançlık duygusuna kapılarak zararlı olması mümkün değildir. Zira onlar inanıyor ki her şey Allah’ın iradesiyle ve dilemesiyle gerçekleşmektedir. “Zaten siz ancak, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın iradesinin tecellisine uygun olması halinde, iradenizi ve tercihinizi kullanabilirsiniz” (Tekvir 81/29). “Hiçbir şey hakkında sakın: “Yarın şunu yapacağım” deme! (Bunun yerine:) “Ancak Allah dilerse yapacağım de”!” (Kehf 18/23-24). Fakat imandan mahrum, materyalist düşünceye sahip, zayıf ruhluların kıskançlığı tehlikelidir. Nitekim bir önceki âyette, Kabil’de olduğu gibi kıskançlığın insanı adam öldürmeye kadar götürebileceği anlatılmaktadır.

       32. İşte bu yüzdendir ki İsrailoğullarına (Tevrat’ta) şöyle bildirmiştik: “Kim bir kişiyi, başka bir cana ya da yeryüzünde fesat çıkarmasına karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” Andolsun ki; resullerimiz onlara apaçık delillerle geldiler. Sonra, onlardan birçoğu, bu âyet ve mucizeler geldikten sonra, yine de yeryüzünde fesat çıkarmaya ve azgınlık etmeye devam ettiler. Bkz. 2/178, 4/92
       33. Allah’a ve Resulüne (dolaysıyla inananlara) savaş açanların ve (terör, gasp, adam kaçırma, ırza tecavüz gibi fiillerle) yeryüzünde bozgunculuk/anarşi çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri yahut asılmaları veya dönekliklerinden (ve karşı çıkmalarından) dolayı yetkilerinin, işlerinin ve gezip dolaşma özgürlüklerinin ellerinden alınması (hapsedilmesi) yahut bulundukları yerden (yurtlarından) sürülmeleridir. Bu (cezalar) dünyada onlar için bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır. Bkz. 7/124 ve dipnotu, 20/71, 26/49, 42/42

       “Allah’a ve Resulüne savaş açmak” demek, “Allah’ın hayata müdahalesine karşı çıkmak, helallerin imhası, haramların ihyası için gayret göstermek, iyiliğin karşısına çıkıp kötülüğü yaymak, adaletin yerine zulmü ayakta tutmak; Hz. Muhammed’i bir kabile peygamberi gibi görüp, hayata koyduğu düsturları ilkel bulmak, örnekliğini hafife almak ya da onun yaşadıklarının kendi devrinde kaldığını düşünerek ilahi sistemi çağdışı görmek” demektir.
       “Yeryüzünde bozgunculuk/anarşi çıkarmaya çalışmak”, insanların ölümüne kadar götüren toplum düzenini bozan faaliyetlerde bulunmak demektir. 32. ayette de belirtildiği gibi “Bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir”. İnsan, sosyal bir varlık olması hasebiyle toplu yaşamaya mecburdur. İnsanın kendi huzuru ve güvenliği olduğu kadar içinde yaşadığı toplumun huzuru ve güveni de o kadar önemlidir. Binaenaleyh, toplumun huzuruna yönelik her faaliyet, toplumları oluşturan devlete gösterilmiş demektir. Kur’an, bireyin haklarını ve saygınlığını ve cemiyetin huzurunu ve güvenini tehdit eden her gayretin mutlaka cezalandırılacağını anlatır.
       Ayette suçlulara verilecek ceza işlenen cürmün durumuna göre sıralanmaktadır. Bunlar; adam öldürmüş ya da yeryüzünde bozgunculuk çıkararak toplumu felakete sürüklemişse öldürülür. Eğer hem adam öldürmüş hem de fesat çıkarmış ya da mala ve ırza tecavüz ederek can almışsa, bu durumda ibret için insanlara teşhir edilmek üzere idam edilir. Eğer adam öldürmemiş de sadece mal ve makam gasp etmişlerse işleri ve yetkileri ellerinden alınır ve hapsedilirler. Eğer sadece terör havası estirerek insanları tehdit etmişlerse sürgüne gönderilirler.

       34. Ancak onları ele geçirmenizden önce (pişmanlık duyup) tevbe eden (ve kendiliklerinden teslim olan)lar bunun dışındadır. Artık Allah’ın çok bağışlayıcı, çok merhamet edici olduğunu bilin. Bkz. 25/68-71
       35. Ey inananlar! Allah’a karşı gelmekten sakının ve O, nasıl istiyorsa öyle yaşayın! O’na (güzel ve faydalı çalışmalar sergileyerek) daha yakın olmaya çalışın, (hoşnutluğunu kazanmak için sebepler bulun (vesileler arayın). O’nun yolunda gayret gösterin ki (dünyada ve ahirette) kurtuluşa eresiniz.
       36. İnkârcılar, yeryüzünde ne varsa hepsine, hatta bir misli fazlasına sahip olsalar da kıyamet gününün azabından kurtulmak için tamamını fidye olarak verecek olsalar, onlardan yine kabul edilmez. Onlara çok acıklı bir azap vardır. Bkz. 39/47
       37. Onlar orada ateşten çıkmak/kurtulmak isterler fakat çıkamazlar/kurtulamazlar. Onlar için devamlı bir azap vardır.
       38. Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, (şartların oluşmasından sonra) yetkilerini ellerinden alın (ve işlerine son verin). Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.

       Ayette geçen “faktaû eydiyehuma” cümlesi tefsircilerin çoğu tarafından “ellerini kesin” şeklinde tercüme edilmiş olsa da bu ifadeyi “yetkilerini ellerinden alın” şeklinde yorumlamak daha doğru olur. Çünkü “faktaû” emri ile birlikte kullanılan “yed” kelimesi Bakara 2/87, 253. Ayetlerinde ve daha birçok yerde “güç” ve Maide 4/64, Fetih 48/10 ayetlerinde ise “kuvvet/yetki” olarak kullanılmıştır. “Kataa” kelimesi Kuran’da 19 yerde geçer. Bu ayetin dışında geçtiği yerlerin (Ra’d, 13/4 “kıt’a/ada” ve Hakka, 69/47 “koparmak, kesmek” hariç) hemen tamamında “ilişkiyi kesme” veya “son verme” gibi fiziksel olmayan ya da mecazi anlamlarda kullanılmıştır. Söz konusu kelimenin bir başka formu olan “kattaa” kelimesi ise Kuran’da 17 kez geçer. Geçtiği yerlerin beşinde fiziksel olarak kesip atmak, on yerde mecazen ilişkiyi kesmek ve diğer iki yerde ise fiziksel olarak yarma/çizme anlamında kullanılmıştır. Bu iki kelimeye; bir cümle içerisinde bir arada kullanıldığında ve bu ayet bir sonraki -tevbe kapısının açık olduğunu bildiren- ayetle siyak-sibak ilişkisi kurulduğunda “yetkilerini ellerinden alın” anlamını vermek daha uygun düşer. Zira kesilen eller tevbe ile geri gelmeyeceğine göre bu durumda tevbenin bir anlamı kalmamış olur. Zina edene yüz sopa cezası uygulayan bir din, hırsızlık yapana elinin kesilmesi gibi geri dönüşü olmayan bir ceza verir mi? Üstelik tevbe ile telafisi mümkün olan bir suça karşı, böyle bir uygulamaya müsaade eder mi? El gibi önemli bir uzvun kesilmesi ne demek, düşünebiliyor musunuz? “Elleri kesilen kişi bekarsa evlenemeyecek ya da çok zor şartlarda izdivaç gerçekleştirecek, ölünceye kadar başkalarına muhtaç yaşayacak, kendi özel ihtiyaçlarını dahi göremeyecek, evli ise eşinin ve çocuklarının nafakasını temin etmekte zorlanacak. Merhamet edenlerin en merhamet edeni olan Allah’ın böyle bir ceza verebileceğini aklınız, mantığınız alıyor mu?

       39. Her kim de işlediği (hırsızlık) zulmünün arkasından tevbe edip durumunu düzeltirse kuşkusuz, Allah onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

       Bir hırsız düşünün tevbe etmeye zaman bulamadı eli kesildi, diğeri de tevbe etti elini kurtardı ya da tevbe etti ama eli kesildikten sonra, böyle bir durumda adaletin tecelli etmiş olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Kesilen saç değil, eldir. Bir defa değil, bin defa tevbe etseniz kesilen elin binde birini geri getiremezsiniz.

       40. Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah’a aittir. O, kullarından (niyet ve eylemlerine göre) dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar. Allah her şeye gücü yetendir.
       41. Ey Resul! Kalpleri iman etmediği halde (sırf sizi kandırmak için) ağızlarıyla “biz de inandık” diyen (münafık)larla (Yahudilerden oluşmuş) küfür yarışçıları seni üzmesin! O Yahudilerden, sürekli yalan dinlerler ve senin yanına yaklaşmayan diğer bir kavmin sözlerine kulak kabartırlar. Onlar kitaptaki kelimelerin yerlerini ve anlamlarını (kasten) değiştirirler. “Size şu hüküm verilirse alın, o verilmezse uzak durun” diye tembih ederler. Allah, (kötü niyet ve eylemlerinden dolayı) kimin düştüğü sapıklıkta kalmasını isterse, artık sen onu (kurtulması için) Allah’ın elinden alamazsın. (Kendileri istemediği için) Allah da onların kalplerini temizlemek istememiştir. Dünyada onlar için bir zillet, ahirette ise büyük bir azap vardır.
       42. Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver ister onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirecek olursan, sana asla hiçbir zarar veremezler. Ama eğer hükmedecek olursan, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil davrananları sever.

       “Onlar yalanı çok dinleyenlerdir” ifadesi, onların yalanı bir hayat tarzı olarak gördüğünü ve bu olgunun onların ahlakının bir parçası olduğunu anlatıyor. Günahların en çirkini ve kabası olan yalan, kalpleri karartan, yürekleri yıpratan, vicdanları sızlatan kötülüklerin başıdır. Hac suresinin 22/30. ayetinde “iğrenç bir pislik olan putlardan ve yalan söz söylemekten sakının” uyarısında, puta tapmakla yalan söylemenin aynı karede yer alması, yalanın ne kadar iğrenç bir şey olduğunu anlatmaya yetiyor.
       “Haramı çok yiyenlerdir” ifadesi, yalan söylemek, hırsızlık etmek, adam öldürmek, faiz ve rüşvet yemek gibi bütün bu kötü işleri yapanlar için kullanılmıştır. Böyle kişiler arasında herhangi bir meselede hüküm verip vermemek konusunda Allah, Peygamberini serbest bırakıyor. Çünkü haram yiyen ve yediği haramı bir hak olarak gören ve bunu da bir hayat tarzı olarak kabul eden insanların tutarsızlığı Hz. Peygamberi incitebilir. Ancak illa da hüküm verecekse, onların arzularını dikkate almaksızın adaletle hüküm vermesi emrediliyor.

       43. İçinde Allah’ın hükümleri bulunan Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da senin hakemliğine başvuruyorlar? Daha sonra da verilen hükümden yüz çeviriyorlar. Aslında onlar hiçbir şeye inanmış değillerdir.

       Yahudilerin, Tevrat yanlarında dururken ve Tevrat’ın Allah’ın şeraitinin tümünü içerdiğine imanları varken, inanmadıkları bir peygambere hakemlik için başvurmaları Yahudilerin tutarsızlıklarını gösteriyor. Çünkü onlar inandıklarını söyledikleri Tevrat’ın hükmüne de peygamberin hakemliğine de saygı duymamaktadır.
       Ayette; Allah’ın hükümlerini içeren Tevrat ellerinde iken Yahudilerin Hz. Muhammed’den hakemlik istemesi eleştiriliyor. Yani İlahi kanunlar varken ne diye Peygamber size hüküm verecek? Burada Hz. Muhammed’in aynı zamanda “kanun koyucu” olduğunu iddia eden günümüz Müslümanlarına da bir cevap vardır. “(De ki:): “O, size Kitab’ı açıklanmış olarak indirmiş iken, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” (En’am 6/114) “(Seni hakem seçtikleri taktirde) sen de Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet!” (Maide 5/48)

       44. Gerçek şu ki; içinde hidayet ve (aydınlatıcı) nur bulunan Tevrat’ı Biz indirdik. (Musa’dan sonra) kendilerini Allah’a teslim etmiş (olan) nebiler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Ayrıca, Allah dostları ve ilim adamları (hahamlar) da Allah’ın kitabını korumaya memur edilmeleri ve üzerine şahit olmaları itibarıyla onunla hüküm verirlerdi. Artık (Ey İsrailoğulları) insanlardan değil, Ben(im azabım)dan korkun ve benim ayetlerimi (servet, makam, şöhret gibi) önemsiz menfaatler karşılığında değiştirmeyin! Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse onlar inkârcıların ta kendileridir.
       45. Biz (Tevrat’ta onlara şöyle) yazmıştık: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da kısastır (her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bu hakkından vazgeçerse o da kendi günahlarına kefaret olur (bu bağışlama günahlarını örter). Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

       Kısas, bir kul hakkıdır. Hak sahibi, hakkını kullanmakta ya da kullanmamakta yetkilidir. Hak sahibi istemedikçe kısas cezası uygulanamaz.

       46. Kendinden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak nebilerin izleri üzerinde Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Biz, ona, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlara bir rehber ve bir öğüt olarak Tevrat’tan (o güne) kalanı tasdik eden, içinde rehberlik ve aydınlık bulunan İncil’i verdik.
       47. O halde İncil’e inananlar da Allah’ın onda indirdiğiyle hükmetsin. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar yoldan çıkmış günahkârların tâ kendileridir.
       48. Sana da (Ey resul!) senden önceki (İlahi) kitap(ların asılların)ı tasdik edici ve onlara gözcü/koruyucu olmak üzere Hakk olan Kitab’ı (Kur’an’ı) indirdik. O halde (seni hakem seçtikleri taktirde) sen de Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet! Gerçek olan sana gelmişken onların heveslerine uyma! Her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat verdiği (farklı eğilimler, imkânlar, yetenekler) sizi denemesi içindir. O halde hayır işlerinde yarışın! Hepinizin dönüşü Allah’adır. O hakkında ayrılığa düştüğünüz (ihtilaf konusu yaptığınız) şeyleri size bildirecektir.

       Din, insanlara, yaratılış gayesini ve varoluş hikmetini bildiren Allah tarafından konulmuş kanunların, direktiflerin bütünüdür. Dinle amaçlanan; hayata yön vermek ve gerçekçi bir yaşam biçimi belirlemektir. Allah’ın dine yüklediği misyon; yaratılış safiyetinden, fıtratından uzaklaşan insanların yaşam biçimlerini yeniden düzenlemek, onları yasalarla istikamet vermek ve onları koruma altına almaktır.
       Ayette geçen “şir’a” terimi “yol, mezhep, adet, metot” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an’da, bir topluluğun sosyal ve manevi refahı için gerekli olan sistemini göstermek için kullanılır. “Şir’a ile birlikte kullanılan “minhâc” kelimesi ise, genellikle soyut anlam taşıyan “açık yol”, yani bir “hayat tarzı, yaşam biçimi” manasına gelir. Ancak, bu iki kelime, yalnızca belli bir inanç sistemi ile ilgili kanunları değil, aynı zamanda Kur’an’a göre Allah’ın her peygamberi tarafından tebliğ edilen bütün değişmez, temel manevî hakikatleri de kapsayan din teriminden anlam olarak daha dar kapsamlıdır. Çünkü Peygamberler tarafından tesis edilen belli bir şeriat (hukuk sistemi) ve tavsiye edilen hayat biçimi (minhâc), zamanın ihtiyaçlarına ve her toplumun kültürel gelişmesine bağlı olarak değişir. İsra suresinin 17/84. ayetinde de belirtildiği gibi herkes farklı eğilimlere, yeteneklere, karaktere, yetiye sahiptir. İnsanlar, birbirlerinden farklı yapılarda yaratılmışlardır. Allah onlara doğru yolu ana sınırlarıyla göstermiş ve bu sınırlar içerisinde onları serbest bırakmıştır. Bugün için insanların temel kaynağı ve dayanağı Kur’an olmalıdır. Ancak hayat tarzları, Kur’an’la çizilen ilahı sınırların dışına taşmamak kaydıyla kültürel farklılıklara göre değişebilir. Bu açıdan bakıldığında din ile şeriati aynı kapsamda düşünmek doğru değildir. Yani Allah’ın dini insanlığı yarattığından beri sabit, şeriatı ise yaşanılan dönemin şartlarına göre değişkendir. O halde, Allah’ın dinini gözetme adına, tüm insanları aynı çatı altında birleştirmeye, her devirde şartlar değişmesine rağmen aynı uygulamayı dayatmaya ve tek merkezden yönetmeye kalkmak da doğru olmaz.

       49. (Ey Resul!) Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet! Onların arzu ve heveslerine uyma! Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmında seni şaşırtmalarından sakın! Eğer yüz çevirirlerse, bilmiş ol ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti (fitneyi) tattırmak istiyor. Şüphe yok ki, insanların çoğu (dini kendi arzularına uydurmalarından dolayı) ilâhî sınırları aşmışlardır. Bkz. 2/256
      50. Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? Gerçeği görebilen bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?
       51. Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost (sırdaş) edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zalimler topluluğunu (istemedikleri için) doğru yola eriştirmez. Bkz. 3/28, 4/139, 144, 5/57, 9/23, 19/81, 29/25, 58/22, 60/1

       3/28 ve 4/139 ayetlerde de görüldüğü gibi bir Müslümanın diğer din mensuplarıyla kuracağı dostluk, onların hayat tarzlarını benimsemesine ya da -Kur’an terminolojisine göre- onlarla “dost olması” durumunda kendi ahlaki kimliğini yitirmesine sebep olacağından Kur’an böyle bir ilişkiyi reddeder. Fakat dünyalık ilişkiler ve ticari münasebetler konusunda bir yasak getirmez.

       52. (Bu ilahi uyarıya rağmen) kalplerinde (şüphe ve korku gibi) hastalık bulunan (münafık)ların: “Başımıza bir bela gelmesinden korkuyoruz” diyerek (inkârcılara şirin gözükmek için) onların arasında dolanıp durduklarını görürsün. Ancak Allah, (kendisine güvenen mü’minlere) zafer ihsan edecek ya da kendi tarafından (münafıkların maskelerini düşürme gibi) bir başka durum ortaya çıkaracaktır. İşte o zaman onlar içlerinde gizledikleri (şüphe ve korku) için büyük bir pişmanlık duyacaklardır.
       53. (Münafıkların foyası açığa çıkınca, onurlu ve şuurlu) mü’minler birbirlerine (şöyle diyecekler:) “Sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle Allah’a yemin edenler bunlar mıdır?” Onların bütün yaptıkları boşa gitti ve böylece onlar, hüsrana uğrayan kimseler oldular.
       54. Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse, Allah (onların yerine) kendisinin onları, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı sert ve onurlu bir toplum getirir ki onlar, Allah yolunda gayret gösterirler, (bu uğurda) hiç kimsenin yermesinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın bağışıdır/lütfudur, onu dileyene verir. Allah lütfu geniş olandır, O (her şeyi) hakkıyla bilendir. Bkz. 4/133, 6/89, 14/19-20, 47/38, 48/29, 58/21-22
       55. (Ey inananlar!) Sizin gerçek dostunuz ve yardımcınız ancak Allah’tır ve O’nun Resulüdür, bir de Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı ikame eden ve zekâtı veren mü’minlerdir.
       56. Kim Allah’ı, Resul’ünü ve mü’minleri dost edinirse, (bilsin ki), Allah’tan yana olanlar üstün geleceklerdir.

       Burada hem dostluktan hem de galibiyetten/üstün gelmekten bahsediliyor. Dostluk, kişisel çıkar gözetmeksizin sevgi ve güven üzerine kurulan bir ilişkidir. Bu ilişkiyi kuran ve bu ruhla yaşayan kişi Allah’a, Peygamber’e ve mü’minlere dost olmayı başarmıştır. İşte galibiyet müjdesi bu başarıyı yakalamış kişiler içindir. Galibiyet sadece savaşlarda zafer elde etmek değil, meşru ve hayırlı olan her sahada üstün gelmektir.

       57. Ey inananlar! Sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve inkârcılardan dininizi alaya alanları, eğlence konusu yapanları dost edinmeyin! Eğer gerçekten inanıyorsanız, Allah’ın emirlerine uygun yaşayın!  Bkz. 3/28, 4/139, 144, 5/51, 9/23, 19/81, 29/25, 58/22, 60/1
       58. (Ezanla) siz birbirinizi namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu, onların akılsız bir topluluk olmasındandır.

       Bu ayet namaz için okunan ezanın bir delilidir. İlk ezan hicretten hemen sonra 622 yılında okunmuştur. Ezandan önce farklı yöntemlerle Müslümanlar namaza çağrılıyordu. Sabit bir yöntemle namaza çağrı konusunda Hz. Peygamber bir istişare toplantısı yaptı. Bu toplantıda, çan çalınmasını, borazan kullanılmasını, ateş yakılmasını önerenler oldu ama Hz. Peygamber hiçbirisinden tatmin olmadı. Çünkü Çan’ı Hıristiyanlar, borazanı Yahudiler, Ateş’i Mecusiler kullanıyordu. Hazrec kabilesinden Abdullah b. Zeyd’in teklifiyle bugün olduğu gibi ezan okunmaya başlandı. İlk ezan Bilal-i Habeşi tarafından Mescid-i Nebevi’nin hemen yanındaki yüksek bir evin damından okunmuştur. Ayrıca; “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, alışverişi bırakarak hemen Allah’ın zikrine koşun!” (Cuma, 62/9) ayetindeki çağrının da ezan ile yapıldığı bilinmektedir.

       59. (Ey Resul! Yahudilere ve Hıristiyanlara) şöyle de: “Ey Ehl-i Kitap! Biz yalnızca Allah’a, bize indirilene ve bizden önce indirilen(ler)e inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Sizin çoğunuz yoldan çıkmış kimselersiniz.” Bkz.7/126, 9/74, 85/8
       60. De ki: “Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Onlar Allah’ın kendilerine lanet ettiği, gazabına uğrattığı ve şeytani güçlere taptıkları için Allah’ın maymun ve domuz haline getirdikleridir.” İşte onlar makamı en kötü olanlar ve doğru yoldan en fazla sapanlardır! Bkz. 2/65, 4/47, 4/154, 7/163, 166

       Birçok alim bu değişimin şekli değil manevi olduğu, fiziki yapıları insan kalmakla birlikte kalplerinin maymunlaştığı, karakterlerinin değiştiği, bozulmuş tabiatları gereği kimsenin bunlarla konuşmadığı ve bu sebeple toplumdan dışlandıkları için rezil duruma düştükleri görüşünü ifade etmiştir.

       61. (Münafıklar) size geldiklerinde “inandık” derler. Oysa onlar (yanınıza) inkârcı olarak girmişler ve yine inkârcı olarak çıkmışlardır. Allah, onların neleri gizlediklerini çok iyi bilendir.
       62. Onlardan birçoğunun günah işlemekte, düşmanlık etmekte ve ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!
       63. (Peki,) başlarındaki din âlimlerinin ve hahamların, onları günahkârca söz söylemekten ve haram yemekten alıkoymaları gerekmez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür!
       64. Yahudiler: “Allah’ın eli sıkıdır (rızık vermede Allah cimridir)” dediler. Sıkı olan onların elidir. Bu iddialarından dolayı (Allah tarafından) lanetlenmişlerdir. Aksine, O’nun (rahmet) elleri sonuna kadar açıktır. O, (lütfunu) dilediği gibi dağıtır. Ama (Ey resul!) Rabbin tarafından sana indirilen her şey, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Biz, (yaptıkları yüzünden) onların arasına kıyamet gününe kadar (sürecek) düşmanlık ve kin bıraktık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez.
       65. Eğer Ehl-i Kitap (gerçekten) iman edip (Allah’a karşı gelmekten, fitne ve fesat çıkarmaktan) sakınsalardı, elbette kötülüklerini örter ve onları nimetlerle donatılmış cennetlere koyardık. Bkz. 2/61, 3/112, 4/53-54, 14/34, 17/82, 41/44
       66. Ve eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve onlara Rableri tarafından indirilmiş olanı (Kur’an-ı) dosdoğru uygulasalardı gökyüzünün ve yerin tüm nimetlerinden yararlanırlardı. İçlerinde tutumlu (ılımlı) bir topluluk vardır, ama onların çoğunun yaptıkları şeyler pek çirkindir.
       67. Ey resul! Rabbinden sana indirileni (olduğu gibi) tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun risaletini (sana gönderdiğini) tebliğ etmemiş olursun. (Görevini yaparsan) Allah seni (inanmayan) insanlardan (gelecek tehlikelere karşı) koruyacaktır. Doğrusu Allah, inkârcılar topluluğunu (istemedikleri için zorla) doğru yola iletmez.
       68. De ki: Ey Ehl-i Kitab! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilen (Kur’an’)ı dosdoğru tatbik etmedikçe asla sağlam bir temele dayanmış olamazsınız. (Ey Resul!) Rabbinden sana indirilen (şu ayetler), onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o inkârcılar toplumu için üzülme!
       69. İman edenler ile Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe (gerçekten) inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla bir korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir. Bkz. 2/62 ve dipnotu, 22/17

       Otoritelerin çoğuna göre ayette geçen “Sabiîler”, Müşrik Arapların izlediği puta tapıcılık geleneğinin doğruluğundan kuşku duyarak ruhlarını tatmin edecek başka bir inanç sistemi aramış ve bu arayışları sonucunda Tevhid inancını benimsemiş kimselerdir. Eskiden mensupları çoğunlukla Irak ve Suriye’de bulunurdu. Hz. Muhammed’in peygamberliğinden sonra bunlar sayıları azalarak yok olma noktasına gelmiştir. Bunların Hz. Yahya’nın takipçileri olduğunu söyleyenler de vardır. Ayetin ifadesine göre, adı geçen gruplardan, Allah’a ve ahiret gününe inanarak güzel ve faydalı eylemlerde bulunan herkes Allah katında hak ettiği mükâfata kavuşacaktır. Çünkü önemli olan inanç sisteminin özüdür, Allah’ın varlığına inanmaktır, faydalı ve güzel eylemlerde bulunmaktır, ahiretin geleceğini kabul etmektir. Nitekim peygamberlerin geliş amacı da bu üç ilkeye hizmet etmektir. Bu konuda ayrıca Bakara suresi 62. ayetin dipnotuna da bakabilirsiniz.

       70. Andolsun ki, İsrailoğullarından sağlam söz almıştık ve kendilerine resuller göndermiştik. Ama ne zaman onlara bir resul, canlarının hoşlanmadığı bir hükümle geldiyse, kimini yalanladılar, kimini de öldürdüler. Bkz. 5/13 ve dip notu.

       Kur’an’da İsrailoğullarını anlatan yüzlerce ayet olmakla beraber sadece isimlerinin geçtiği 43 ayet bulunmaktadır. Bunların birçoğunda Allah İsrailoğullarına verdiği nimetleri hatırlatarak kendilerine çeki düzen vermelerini istemektedir.

       71. (Bu cinayetleri işleyerek) kendi başlarına bir fitne (bir bela ve musibet) gelmeyeceğini sandılar da körleştiler, sağırlaştılar. Sonra Allah kendilerine tevbe nasip etti. Sonra yine içlerinden birçoğu, körleşti ve sağırlaştı. Allah yaptıklarını hakkıyla görmektedir.
       72. Gerçekten, “Allah Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler hakikati inkâr etmişlerdir. Hâlbuki o Mesih demiştir ki: “Ey İsrailoğulları! (Yalnızca) hem benim Rabbim hem de sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin! Unutmayın ki, kim Allah’tan başka bir varlığa ilahlık yakıştırırsa, Allah onu cennetten mahrum edecek ve böylelerinin varış yeri cehennem olacaktır. Ve o gün hiç kimse zalimlere yardım edemeyecektir.” Bkz. 2/116 ve dipnotu, 5/17, 9/30, 16/57
       73. Gerçekten, Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığını gördükleri halde “Bakın, Allah üçlünün (üç ilahtan) üçüncüsüdür” diyenler, hakikati inkâr etmişlerdir. Ve onlar bu iddialarından vazgeçmedikçe, hakikati inkâr eden bu gibilerin başına şiddetli bir azap gelecektir.
       74. (Allah üçtür diyenler) pişmanlık içinde Allah’a yönelip O’dan af dilemeyecekler mi? Hâlbuki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
       75. Meryem oğlu Mesih (İsa), sadece bir resuldür. Şüphesiz ki ondan önce de resuller gelip geçmiştir. Annesi de çok doğru bir kadındı. İkisi de (diğer insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak (dikkat et), onlara ayetlerimizi nasıl açıklıyoruz; sonra yine bak (dikkat et, ayetlerimizden) nasıl çevriliyorlar! Bkz. 12/109

       Yahudiler, Hz. İsa’nın gayri meşru yollardan dünyaya geldiğine inanıyor ve Hz. Meryem’i fahişelikle itham ediyorlardı. Bu ayet, Hz. Meryem’in fahişeliğini reddederek onun namuslu bir bakire olduğunu vurgulamaktadır. Ali İmran suresinin 3/45, 46 ve 47. ayetlerinde olduğu gibi Meryem suresinin 19/16-36. ayetlerinde de Hz. İsa’nın nasıl yaratıldığı geniş şekilde anlatılmaktadır. Ayrıca bu ayet; Hristiyanların Hz. Meryem’e ve Hz. İsa’ya tanrılık vasfı vermelerini ve böylece Hz. İsa’yı Allah’ın insan şeklindeki bir tezahürü konumuna yücelterek bir azizler hiyerarşisi oluşturmalarını da reddetmektedir. Zira “Her ikisi de yemek yerlerdi” ifadesi, onların da diğer insanlar gibi yiyen-içen birer beşer olduğu ve hiçbir şekilde ilahlık konusunda onlara bir atıfta bulunulamayacağı ifade edilmektedir
       Hz. İsa’nın sadece bir resûl olduğunu (yani Allah olmadığını) anlatan bu ayetin ilk cümlesiyle Hz. Muhammed’in de sadece bir resûl olduğunu anlatan ayetin ilk cümlesi motamot aynıdır. “Muhammed, sadece bir resuldür. Şüphesiz ki ondan önce de resuller gelip geçmiştir” (Ali İmran 3/144). Hz. Muhammed’i bulutların üzerine çıkararak varlık âleminin yaratılış sebebi olarak görenler bu ayetten de ders çıkarmalıdırlar.

       76. De ki: “Allah’a inanmakla beraber, size zararı da faydası da olamayan (aciz ve fani) varlıklara da mı kulluk ediyorsunuz?” Allah (her şeyi) hakkıyla işitendir, (her şeyi) hakkıyla bilendir.

       Kur’an’da; “Allah’tan başka varlıklar” anlamına gelen “min dünillah” ifadesi 70 yerde geçmektedir. Bu ifade geçtiği bütün yerlerde, insanın Allah’ın dışındaki canlı cansız bütün tapınma objelerini gösterir. Yani Allah’a inanmakla beraber O’nun dışındaki varlıkları da ilah edinmeyi ya da onları aracı kılmayı anlatır.

       77. De ki: Ey Kitap Ehli! Dininizde haksız yere (bid’at ve hurafeleri dine ekleyerek) taşkınlık yapıp sınırı aşmayın! Daha önce hem kendileri sapmış hem birçoğunu saptırmış ve (halen de) dosdoğru yoldan sapmakta olan bir topluluğun heveslerine uymayın!
       78. İsrailoğullarından inkâr edenler, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdi. Bu (onların Allah’a) isyan etmeleri ve aşırı gitmelerindendi.
       79. Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!

       Kur’an’ın birçok yerinde geçtiği gibi, İsrailoğulları kendilerini Allah’ın ayrıcalıklı kulları olarak gördükleri için diğer insanları hep hor görmüşlerdir. Onların, bu kendilerinin dışındakileri hor görmeleri, aşağılamaları şüphesiz Hz. Musa’ya gönderilen orijinal Tevrat’tan kaynaklanmamaktadır. Tevrat’ın nüzulünden sonra, bir kısım Yahudiler zaman içinde bu İlahi kitap üzerinde tahrifatlar yapmışlar ve yaptıkları tahrifatı da Allah’a isnat etmişlerdir. Böylece Tevrat’ı aşırı ırkçı tutumlarına alet edip dünyevi amaçlarına “kutsal” bir görünüm kazandırarak sapık, bozguncu ve isyankâr tavırlarına devam etmişlerdir. Onların isyan etmeleri ve isyanlarında peygamberleri öldürecek kadar ileri gitmeleri Hz. Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle de lanetlenmiştir. Bu ayetler, birinci elden İsrailoğullarının ortaya koyduğu çirkeflikleri anlatsa da bunlardaki mesaj aynı zamanda genel bir muhteva taşımaktadır. Yeryüzünü kötülüklerden bütünüyle arındırmak elbette ki imkânsızdır. Ancak İslam, kötülüklere karşı mücadele etmeyi emreder ve kişilerin kötülük işlemesine asla müsaade etmez. Fenalıklardan olabildiğince arındırılmış daha derli toplu bir dünyanın oluşması için bireyin ve toplumun kötülüklerin karşısında durmasını, onlara karşı birbirlerini sakındırmasını zorunlu kılar.

       80. Onlardan birçoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. İhtiraslarının onları sürüklediği şey (öyle) kötüdür (ki) Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde yaşayacaklardır.
       81. Eğer Allah’a, nebiye ve ona indirilene iman etmiş olsalardı inkârcıları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
       82. İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli (ve tehlikeli) olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulacaksın. Çünkü Hıristiyanlar arasında Allah’a bağlı bilginler ve din adamları vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.

       Ayette Yahudileri anlatan “yehûd” kelimesinin başına “lam-ı ta’rif” vardır, yani belirlilik takısı olarak “el” gelmiştir. Bu da gösteriyor ki; bundan kastedilen, o gün mü’minlerle aynı coğrafyada yaşayan ve İslam’a tavır alan malum Yahudilerdir. Yoksa tarihin her döneminde yaşamış ve yaşayacak olan Yahudileri kapsayan bir husus değildir.
       Ayette bahsi geçen Hıristiyanların ise, Habeşistan’a (Etiyopya’ya) göç eden Müslümanları iyi konuk eden ve onları hoşgörüyle karşılayan Hıristiyanlar ile Hz. Muhammed’le antlaşma yapan Necran Hıristiyanları olduğu söylenmektedir. Bir sonraki ayette de görüleceği gibi, Habeş Hıristiyanlarından keşişler ve rahipler, Rasülullah’ı tanımak için geldiklerinde, Kur’an’dan okunanları dinleyince ve Hz. Peygamberin tavır ve davranışlarını görünce Müslüman olmuşlardır.

       83. Resule indirilen (Kur’an)ı dinledikleri vakit gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün, çünkü ondaki hakikatin bir kısmını tanırlar. (Ve) “Ey Rabbimiz” derler, “Biz inanıyoruz. Öyleyse bizi hakikate şahitlik edenlerle bir tut.”

       Bu ve bundan sonraki iki ayet Habeşistan Kralı Necâşi ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Ayette bahsi geçen kişilerin, eski adı Habeşistan yeni adı Etiyopya olan ülkenin Kralı Necâşi’nin Hz. Muhammed’e gönderdiği din adamları olduğu söylenir. Necâşi, Kureyş’in uyarı ve tehditlerine rağmen, Mekkeli müşriklerin baskı ve zulmüne dayanamayarak ülkesine hicret etmek zorunda kalan Müslümanları barındırmış ve onlara sahip çıkmıştır.

       84. Ve “Bize ne oluyor ki, Rabbimizin bizi dürüst ve erdemliler ile beraber (cennete) koymasını umarken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe (Kur’an’a ve resul)e inanmayalım!”
       85. Allah da onları söyledikleri bu sözden dolayı altlarından ırmaklar akan cennetlerle mükâfatlandırdı. (Onlar) orada ebedi kalacaklardır. İşte güzel davrananların mükâfatı budur.
       86. İnkâr edenlere ve ayetlerimizi ciddiye almayanlara gelince; işte onlar cehennem halkıdırlar.
       87. Ey inananlar! Allah’ın size helal kıldığı hayatın güzelliklerinden kendinizi yoksun bırakmayın (onları kendinize haram etmeyin) ve Hakkın sınırlarını da aşmayın! Allah, aşırı gidenleri asla sevmez. Bkz.2/168, 172, 5/88, 16/114

       Allah, yarattığı helal ve temiz rızıklardan kulunun istifade etmesini emretmiş ve hangi sebeple olursa olsun insanın Allah’ın helal kıldığı bir şeyi -Allah’a yakınlaşma adına da olsa- kendisine yasaklamasını da haram kılmıştır.” “De ki: “Bana vahyedilenlerde leş, akıtılmış kan, iğrenç bir şey olan domuz eti, üzerinde Allah’tan başka bir ismin anıldığı kurban dışında yenmesi yasak olan hiçbir şey görmüyorum.” (En’am 6/145) Günümüzde özellikle deniz ürünleri gibi farklı sahalarda bu yasakların her geçen gün eklenerek çoğaldığını görmekteyiz. Ayrıca duygusal mülahazalarla da farklı yasaklar konmaktadır. Örneğin; “peygamberim bundan yememiş ya da yiyememişti, rahmetli annem-babam bunu çok severdi” gibi manasız ve gereksiz düşüncelerle hiçbir nimetin yasaklanmasına Allah müsaade etmez. Allah verdiği nimetleri bir sonraki ayette de görüldüğü gibi kulu üzerinde görmek ve gördüğü nimetlerin karşılığını almak ister. İnsana düşen, Allah’ın verdiği nimetlerden israf etmeden, savurganca davranmadan, şımarmadan istifade ederek kulluğunu ortaya koyması ve ihsan edilen nimetlerin şükrünü Kur’an’ın tarif ettiği şekilde eda etmesidir.

       88. O halde, Allah’ın rızık olarak size bağışladığı nimetlerden istifade edin ve inandığınız Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayın! Bkz.2/168, 172, 3/92, 16/114
       89. Allah, bilinçsiz olarak yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz ama bilerek ve isteyerek yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar. Böylece, yemini bozmanın kefareti, on yoksulu kendi ailenize yedirdiğinizin aynısı ile yedirip doyurmak yahut onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. Buna imkânı olmayan ise üç gün (arka arkaya) oruç tutacaktır. Her ne zaman yemin eder ve onu bozarsanız yeminlerinizin kefareti işte budur. Öyleyse yeminlerinize sadık kalın. Allah ayetlerini size böylece açıklıyor ki şükredersiniz. Bkz. 2/225

       “Allah ayetlerini size böylece açıklıyor ki şükredersiniz” yani büyük bir günah işlemişsiniz, vebal altına girmişsiniz ve bundan kurtulmanız gerekiyor. Bunun için Allah kurtuluş yolunu ayetleriyle size gösteriyor. İşte sizi bu günahtan kurtardığı için Allah’a şükretmeniz gerekiyor.
       Yemine karşı ortaya konan bu duyarlılığın temelinde insana saygı vardır. Allah, insanların birbirlerini aldatmalarını ve bu konuda etkili olmak için kendi adını istismar etmelerini şiddetle yasaklıyor. Böyle durumlarda insanların imkânlarına göre yasağın ehemmiyetine binaen on yoksulu yedirmek, köle azat etmek, üç gün oruç tutmak gibi ağır müeyyideler koyuyor.

       90. Ey İnananlar! Hamr (Sarhoş eden herşey), kumar (tüm şans oyunları), dikili taşlar (putlar) ve fal okları (çekiliş oyunları) şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz. Bkz. 2/219

       Aklı örten, sarhoşluk veren her türden içecek ve hangi yolla olursa olsun vücuda enjekte edilen her türlü uyuşturuşu şey, hangi adla olursa olsun ve ne şekilde oynanırsa oynansın tüm şans oyunları, put ve puta benzeyen kutsallaştırılmış bütün nesneler, gelecek hakkında fal bakarak kehanette bulunmak şeytan işi bir pisliktir yani doğrudan haramdır.

       91. Muhakkak şeytan, sarhoşluk verici şeyler ve şans oyunları ile sadece aranıza düşmanlık ve nefret sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bu pis işlerden) vaz geçiyorsunuz değil mi?

       Şeytanın en çok istediği şey, insanı Allah’tan uzaklaştırarak kendi egemenlik alanına çekmektir. Teşbihte hata olmaz, sırtlanlar gözlerine kestirdikleri avlarını yalnızlığa iterler ve bunun için olmadık manevralar yaparlar. Ne zaman avları yalnız kalır işte o zaman tepesine çökerler. Şeytan da böyledir. Âyette sıralanan sarhoşluk verici şeylerle, şans oyunlarıyla ve daha birçok aldatıcı unsurla insanı Allah’tan koparır, namazdan alıkoyar, ondan sonra da istediği gibi kullanır.

       92. Öyleyse Allah’a da itaat edin, Resul’e de itaat edin ve (onlara karşı gelmekten) sakının. Eğer yüz çevirirseniz (itaatten uzak kalırsanız), bilin ki bizim resulümüzün görevi, kendisine ulaşanı apaçık tebliğ etmektir.
       93. İman edip doğru ve yararlı işler yapanlar; Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve arkasından iman edip güzel davranışlar sergiledikleri, sonra Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayarak imanda kemale erdikleri, daha sonra Allah’ın emrettiği şekilde hayatlarına devam ederek güzellikler sergiledikleri takdirde, daha önce tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, güzel davranışta bulunanları sever.
       94. Ey inananlar! Allah, kimsenin görmediği anda bile kendisine karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanları ayırt etmek için, (hac esnasında) ellerinizin ve silahlarınızın menziline girebilen hayvanları avlanmak konusunda (yasak getirerek) elbette sizi deneyecektir. Kim bundan sonra sınırı aşarsa (emirlere uygun yaşamaz ve yasaklardan kaçınmazsa) onun için acı bir azap vardır.

       Hudeybiye yılında müminler ihramlı iken çeşitli av hayvanları onların eşyaları arasına dalıverdi. Ellerini uzatsalar onları avlayabilecek kadar birbirlerine yakın oldular. Ancak, ihtiyaçları olmasına rağmen Allah’ın ihramlıya koyduğu yasağı hatırlayınca sabır göstererek avlanma yapmadılar. Böylece inananların, kemale ermelerine matuf Allah’ın direktiflerine karşı gösterdikleri tutarlılık test edilmiş oldu.

       95. Ey inananlar! Sizler (hac veya umre ibadetini yerine getirmek için) ihramlı iken av hayvanı öldürmeyiniz! Kim bu durumdayken kasten bir av hayvanı öldürürse, işlediği suçun vebalini tatması için, içinizden iki adil kişinin öldürülen av hayvanının dengi olduğuna karar verecekleri bir kurbanlığı ceza olarak Kâbe’ye ulaştırıp kesmesi yahut kefaret olarak (o nispette) yoksullara yemek yedirmesi ya da bunun dengi kadar gün oruç tutması gerekir. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha aynı suçu işlerse Allah ondan intikamını alır (bedelini ona ödetir). Hiç kuşkusuz Allah mutlak galiptir, (işlenen günahın karşılığını vermede) intikam sahibidir.
       96. Deniz avı ve onu yemek; size de yolculara da geçimlik olmak üzere helal kılınmıştır. İhramlı bulunduğunuz sürece, kara avı yasaklanmıştır. Huzuruna varıp toplanacağınız Allah’la karşı karşı gelmekten sakının!
       97. Allah, Beyt-i Haram-ı (hürmete layık) olan Kâbe’yi, (içinde hac farizasının icra edildiği) o haram olan ayı, (hacılar için gönderilen gerdanlıksız) kurbanlıkları veya gerdanlık takılan (haccın dışındaki adak) kurbanlıkları insanlar için hayat ve güven veren bir dayanak, bir ayağa kalkış aracı kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah’ın gerçekten her şeyin bilgisine vakıf olduğunu bilmeniz içindir.
       98. Bilmelisiniz ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir. Ancak (azabı şiddetli olmakla beraber) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
       99. Resulün üzerine düşen sadece tebliğdir. Allah, sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir.

       Bu ayeti bir sonraki iki ayetle beraber ele aldığımızda tekrar anlıyoruz ki Hz. Muhammed’in mutlak hüküm koyma yetkisi yoktur. Ancak Peygamberin hüküm koyma yetkisi yoktur diye onu sorumluluğu olmayan bir postacı gibi de düşünemeyiz. Zira vahyin tebliği ile postacının mektubu ulaştırması aynı şey değildir. Birinde bütün bilgiler zarfta saklıdır ve muhatabına kapalı olarak teslim edilir, diğerinde bütün bilgiler açıktır ve muhatabına açıklanmış olarak tebliğ edilir.
       
       100. De ki: “(Ey İnsan!) kötü şeylerin birçoğu senin hoşuna gitse bile kötü ve çirkin olan şeyler ile iyi ve güzel olan şeyler bir olmaz. O halde, siz ey derin kavrayış sahipleri! Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayın ki mutluluğa eresiniz!”

       101. Ey inananlar! Size açıklandığı takdirde sizi üzecek olan şeylere dair soru sormayın! Eğer Kur’an indirilirken bunlara dair soru sorarsanız size açıklanır. Hâlbuki Allah onları bağışlamış, sizi onlardan muaf tutmuştur. Çünkü Allah çok bağışlayandır, halimdir (affı ve müsamahası geniştir)

       Hz. Peygamber; “Allah üzerinize haccı farz kıldı” buyurunca; sahabeden birisi, ‘her sene mi?’ Sonra tekrar ‘her sene mi? Ey Allah’ın Resulü!’ diye sordu. Bunun üzerine Peygamberimiz, bir sonraki ayette görüldüğü gibi “sizden evvelkiler hep çok soru sormaktan helâk oldular, işi zorlaştıracak sorular sormayın” diye uyarıda bulundu ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

       102. (Ey inananlar!) Sizden önceki bir toplum da böyle sorular sormuş ve sonuçta hakikati inkâr etmişti.
       103. Allah, (cahiliye devrindeki âdet üzere hayvanlar için) “bahire”, “saibe”, “vesile” ve “ham” diye bir şey meşru kılmamıştır. Fakat inkârcılar, Allah’a yalan uydururlar. Zaten onların çoğu akıllarını kullanmazlar (körü körüne tabi olurlar). Bkz. 6/136 ve dipnotu.

       Cahiliye Araplarının batıl inançlarından biri de birtakım bahanelerle bazı hayvanları putlara kurban etmeleri ya da putlar adına serbest bırakmaları idi. Bu yaptıklarını da Allah adına ve O’nun emriyle yaptıklarını söylerlerdi. Yukarıdaki ayetle, dinin bir uygulaması haline gelen bu tür cahiliye adetleri kaldırılmıştır.
       “Bahire”: Beşinci batında erkek doğurduğunda kulağı yarılıp salıverilen devedir. Bu durumda kimse ondan yararlanamazdı.
       “Saibe”: Herhangi birisinin şifa bulması ya da yakın birisinin gelmesiyle salıverilen devedir ki bundan da kimse yararlanamazdı.
       “Vesile”: Koyun, dişi doğurduğunda kendilerine ayırırlardı, erkek doğurduğunda ise ona isim vererek onu ilahlarına adarlardı.
       “Ham”: Bir erkek devenin dölünden on batın doğunca onu serbest bırakırlar ve sırtına da yük yüklemezlerdi.

       104. Onlara: “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Resul’(ün size tebliğ ettiğin)e gelin” denildiği zaman (onlar): “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz (töre, gelenek ve ideolojiler) bizim için yeterlidir” derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulamayan (kimseler) olsa da mı (yine onlara uyacaklar)?

       “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter” demek, hayatımızdan memnunuz, yeni bir kitaba ve peygambere ihtiyacımız yok, atalarımızdan gördüklerimizle, ecdadımızın yaşadıklarıyla yaşamaya devam edeceğiz demektir. “Bugün dünyada iyi de olsa kötü de olsa yürüyen bir düzen vardır, bu düzen içerisinde herkes şöyle böyle hayatından memnundur. Kur’an kutsal bir kitap olarak kalsın, onu duvarlara asalım, yemin aracı olarak kullanalım, arabamızın torpidosuna koyalım, cenaze merasimlerinde okuyalım ama onu anlamaya çalışarak işimize karıştırmayalım, hayata müdahalesine izin vermeyelim. Hz. Muhammed peygamberimiz olsun, Müslüman kimliği için onun peygamberliğine şehadet edelim ama onun on dört asır önceki hayatını günümüze taşımaya kalkmayalım, bu kadar çağdaş paradigmalar varken tutup da onu model olarak almayalım” gibi hezeyanlarla toplum her geçen gün dinden ve dini hayattan daha da uzaklaştırılıyor, insanların inançlarındaki ve ahlakî gelişmelerindeki yetkinlik tarihî süreç içinde giderek azalıyor. İslami hakikatlerden ve Kur’an’daki mesajlardan haberi olmayan ve böylece dinî mülahazaların pratik hayata müdahalesine karşı çıkan insanlar, yaşadıklarının olması gereken olduğunu sanıyorlar. Oysa insandan istenen ve beklenen hayat bu değildir. Realite planında insanı hak ettiği makama taşıyacak ve onu cennetin varisi yapacak olan, yaratılıştan kendisine lütfedilen insanî güzellikleri diri tutarak ve bunun için ilahî düsturlardan destek alarak dosdoğru bir hayat ortaya koymasıdır.

       105. Ey inananlar! Siz kendinizi düzeltin (doğru yolda olun). Eğer siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size hiçbir zarar veremeyecektir. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır. Ve o zaman Allah, size (hayatta) yapmış olduğunuz her şeyi bildirecektir.
       106. Ey inananlar! Herhangi birinize ölüm yaklaştığı zaman vasiyet ederken içinizden (sizinle mirasçılarınız arasında) iki adil kimseyi yahut yolculukta iken ölüm işaretleri baş göstermişse, sizden olmayan iki kişiyi şahit tutun! Eğer bu şahitler(in adaletin)den şüphe ederseniz (herhangi bir) namazdan sonra kendilerini alıkoyun. Sonra her ikisi de Allah’ın adıyla şöyle yemin etsinler: “Dost ve yakınlarımızın çıkarı için bile olsa bu vasiyete ihanet etmeyeceğimize ve bu şahitliği gizlemeyeceğimize Allah için yemin ederiz. Aksi taktirde günah işlemiş olacağımızı kabul ediyoruz.”
       107. Eğer daha sonra (yeni delillerin ortaya çıkmasıyla) bu şahitlerin (yalan söyleyip gerçeği gizlemeleri gibi) bir günah işledikleri ortaya çıkarsa, (bunların şahitlikleri yüzünden hakları çiğnenen mirasçılar arasından ölüye) en yakın olan iki kişi onların yerine geçer ve: “Bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur, biz hiçbir hakkı çiğnemiş değiliz, yoksa zalimlerden oluruz” diye yemin ederler.
       108. Bu (yemin şekli), şahitliği gerektiği şekilde yapmaları yahut yeminlerinden sonra (başka tanıkların şahitliklerine başvurma sonucunda, yalan söylediklerinin ortaya çıkması sebebiyle), yeminlerinin reddedileceğinden korkmalarını sağlama bakımından en uygun yoldur. Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının ve (O’nun emirlerine) kulak verin. Zira Allah emrinden sapmış olan topluluğu doğru yola götürmez.
       109. Allah, bütün resulleri bir araya getireceği gün (onlara şöyle) soracak: “İnsanlar çağrılarınıza ne cevap verdi?” Resuller de: “Bizim bildiğimiz bir şey yok. Yaratılmışların idrakini aşan, görülmeyen ve bilinmeyen her şeyi tümüyle bilen sensin!” diyecekler.

       Burada Kur’an’ın birçok yerinde farklı üsluplarla tasvir edilen mahşerin durumu hakkında -özellikle vahyin ilk muhataplarının algısı da dikkate alınarak- özet bir bilgi veriliyor. Resullerin; “bizim bildiğimiz bir şey yok, her şeyi tümüyle bilen sensin” şeklindeki cevabı, Allah’ın koyduğu ve hiçbir şeyi atlamadığı çok hassas işleyen kayıt sistemine zımnen işaret ediliyor. Yani “biz bilsek de bilmesek de şahit olsak da olmasak da senin sistemin her şeyi en ince ayrıntısına kadar kaydetmiştir.” Ayrıca peygamberler, Allah katından getirdikleri buyruk ve yasalara kendilerinden sonra insanların nasıl bir tepki verdiği hususunda herhangi bir bilgiye sahip olmadıklarını ve her şeyi bilenin sadece Allah olduğunu da belirtiyor. Zira birçok sözde Müslüman Hz. Peygamberin ölmediğini, kendilerini takip ettiğini, yaşadıkları her şeye onun tanık olduğunu ve yarın Allah’ın huzurunda yaşadıklarına şahitlik edeceğini iddia ediyor. Bu ayet aynı zamanda bu batıl inancı da çürütmüş oluyor.

       110. Allah o zaman şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes ruh ile desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti (eşyanın hakikatini anlamayı), Tevrat ve İncil’i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuşa dönüşüyordu. Yine benim iznimle anadan doğma körü ve alacalının şifa bulmasına vesile oluyordun. Manen ölmüş olanlara benim iznimle hayat veriyordun. Hani kendilerine (İsrailoğullarına) apaçık deliller (mucizeler) getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler: “Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir” demişlerdi de o vakit İsrailoğullarının (haince tuzaklarına, seni öldürmelerine) engel olmuştum.

       Hz. İsa üzerinden ortaya konan bu mucizeler tamamen Allah’ın fiilidir. Bilindiği üzere mucizeler doğrudan Allah’ın fiilleridir. Peygamberler sadece aracıdır. Yoksa bir Peygamberin ya da herhangi bir kulun çamurdan yapılan bir şeyi kuşa dönüştürmesi ya da Allah’ın izni olmadan körlere ve hastalara şifa dağıtması, ahlaki ve manevi kimliklerini bütünüyle kaybetmiş, özündeki güzellikleri yitirmiş insanlara hidayet etmesi mümkün değildir.
       Ayrıca ayette sıralanan mucizeler arasında; “ruhen ölmüş olanlara hayat vermesi” birçok tefsirde “ölüleri diriltmesi” olarak yorumlanıyor. Oysa bu, ruhen ölmüş olan topluma yeniden hayat verişinin mecazî bir ifadesidir. Bu konuda 6/En’am 122. ve A. İmran 3/49 ayetlerine ve dipnotuna bakabilirsiniz.
Ayetin son cümlesinden anlıyoruz ki; Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürülmemiştir.

       111. Hani Havarilere: “Bana ve Resulüme iman edin” diye ilham etmiştim. Onlar da: “İman ettik, Hakk’a teslimiyet gösterdiğimize sen de şahit ol” demişlerdi. Bkz. 3/51-52

       Beyaz ve beyazlık manasına gelen “havarî”, mecazen “halis ve temiz dost” anlamında kullanılmıştır. “Havarîler” peygamberlerin davetine uyarak Allah’ın dinine temiz niyet ve samimi gayretleriyle yardımcı oldukların için kendilerine “havarî” denmiştir.

       112. (Bir vakit) Havariler: “Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. İsa da “Eğer inanıyorsanız, Allah’a karşı gelmekten sakının” demişti.
       113. (Bu sefer Havariler:) “(İnanıyoruz ama) biz istiyoruz ki ondan yiyelim, gönlümüz rahatlasın, senin (elçilik konusunda) bize doğru söylediğini bilelim ve ona şahitlik edenlerden olalım” demişlerdi. Bkz. 3/52 ve dipnotu.

       Hz. İbrahim’in sorduğu gibi: “…Ey Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin? bana göster.” Allah: “-Ölüyü dirilttiğime inanmadın mı?” buyurdu. İbrahim: “- Evet, inandım, fakat kalbim tam yatışsın, mutmain olsun diye sordum…” (Bakara 2/260)

       114. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa şöyle dedi: “Ey Allah’ım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki bizim için, geçmiş ve geleceğimiz için bir bayram ve senin bize gösterdiğin bir mucize olsun. Bize rızık ver. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.”

       Havarilerin bu talebini imanlarındaki zayıflığa, Hz. İsa’ya güvensizliğe bağlamamak lazım. Zira bir önceki ayetin açıklamasında da anlatıldığı gibi, benzer bir talebi Hz. İbrahim’de yapmıştı. Onlar Allah’ın istediği şekilde tam teslim olmasaydı zaten kendilerine “havarî” denmezdi.

       115. Allah buyurdu ki: “Ben o sofrayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden her kim nankörlük ederse artık onu kâinatta hiç kimseye yapmayacağım derecede cezalandırırım.”
       116. Allah (kıyamet günü) şöyle buyuracak: Ey Meryem oğlu İsa! “Sen mi insanlara, Allah’la beraber beni ve annemi iki ilah edinin, dedin?” İsa da şöyle diyecek: “Seni tenzih ederim. (Söylemeye) hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben, onu söylemişsem sen, onu elbette bilirsin. Zira Sen, benim içimde olanı bilirsin ama ben senin zatında olanı bilmem. Şüphe yok ki yaratılmış varlıkların idrakini aşan her şeyi yalnızca bilen sensin.”
       117. (Ya Rabbi!) “Ben onlara, (söylememi) emrettiğinden başkasını söylemedim. ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine denetçiydim. Sen beni vefat ettirince üzerlerine yalnız sen gözetleyici oldun. Sen her şeye hakkiyle şahitsin.”

       Bu ayetten de anlaşılıyor ki; Hz. İsa Hıristiyanların sandığı ve iddia ettiği gibi Allah’ın insan şeklindeki bir tezahürü değil, tıpkı diğer insanlar gibi yaşayan ve dünyadan ayrıldıktan sonra diğer insanlar üzerinde etkisi olamayan bir beşerdir. Yine anlaşılıyor ki, Allah’ın dışındaki varlıkların –isterse peygamber olsunlar- öldükten sonra diğer insanları etkileme gibi bir güçleri ve yetkileri yoktur. Bu ayette ayrıca Hz. İsa’nın ahir zamanda yeryüzüne ineceğini iddia edenlere de bir cevap vardır. Öyle sanıldığı gibi Hz. İsa gelecek olsaydı ayette; “Sen beni vefat ettirince üzerlerine yalnız sen gözetleyici oldun” ifadesi yer almazdı. Binaenaleyh Hz. İsa ölmüştür ve kıyamette Hz. Muhammed de dahil diğer bütün peygamberler gibi insanlarla beraber dirilecek ve yine bütün peygamberler ve insanlar gibi hesap verici olarak Allah’ın huzuruna çıkacaktır.

       118. “Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın) ve eğer kendilerini bağışlarsan yine şüphe yok ki sen, mutlak galipsin ve hükmünde hikmet sahibisin.”
       119. (Ve Hesap Günü) Allah şöyle buyuracak: “Bugün sözlerine sadık olanların, doğruluklarının (kendilerine) fayda vereceği gündür. Onlar için, içinde ebedi kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan memnun olmuşlardır. İşte büyük başarı ve mutluluk budur!”
       120. Göklerin, yerin ve aralarındaki her şeyin egemenliği Allah’a aittir. Muhakkak ki O’nun gücü her şeye yeter. Bkz. 3/189, 4/126, 24/42, 57/2, 85/9