Muhammed suresi, Medine döneminde inmiş olup 38 ayettir. Sure adını, Peygamber Efendimizin, ikinci ayette geçen “Muhammed” adından almıştır. Sûrede inkâr edip Allah yolundan alıkoyanların amellerinin boşa çıkacağı belirtiliyor. Kâfirlerle savaşın kaçınılmaz olduğu durumlarda inananların gevşeklik göstermemesi isteniyor ve esirlere yapılacak muamelelere temas ediliyor. Hak dinin yaşatılması uğrunda hayatlarını feda edenlerin çabalarının boşa gitmeyip Allah tarafından ebedî mutluluk mekânı olan cennetle ödüllendirileceği belirtiliyor. Hz. Peygamberin Mekke’den hicret etmeye zorlandığı ve önceki peygamberler döneminde de inkârcılar tarafından inananlara aynı durumun uygulandığı, fakat inkârcıların hepsinin helâk edildiği bildiriliyor. İnkârcıların Kur’an gerçeğiyle karşı karşıya bulundukları halde akıllarını kullanmadıkları, bu yüzden hem dünyada hem de âhirette hüsrana uğrayacakları haber veriliyor. Samimi Müslümanlardan Allah’a ve resulüne itaat ve Allah yolunda sabır ve maddi manevi destek isteniyor. İnkârda direnen, gerçeği anladıktan sonra hak yolun karşısında durmaya devam eden ve resule muhalefet eden kimselerin âhirette Allah’ın rahmetinden ve affından mahrum kalacağı vurgulanıyor.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
1. İnkâr edenler ve Allah yolundan (insanları) alıkoyanlar var ya; işte Allah, onların bütün (güzel ve iyi) işlerini (hesap gününde) değersiz kılacaktır. Bkz. 4/167
2. İnandıktan sonra doğru ve yararlı işler yapan ve Rableri tarafından Muhammed’e indirilen hakikate inananların (Allah, geçmişte işledikleri) kötü eylemlerini silecek ve kalplerini pekiştirip durumlarını düzeltecektir.
Muhammed ismi bu ayetle beraber Kur’an’da dört yerde geçmektedir. Ali İmran 3/144, Ahzâb 33/40, Fetih 48/29
3. İşte bu, inkâr edenlerin sahte ve yalanın arkasından gitmelerinden, inananların da Rablerinden gelen gerçeğe uymalarından dolayıdır. İşte Allah, onların örnek teşkil edecek durumlarını insanlara böyle anlatır.
4. (Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen (onlar sizi öldürmeden siz onların) boyunlarını vurun. Onlara üstün geldiğiniz zaman yakaladıklarınızı sıkı bağlayın. Savaş bitince de onları ya karşılıksız olarak ya da fidye ile salıverin. Allah’ın emri budur. Eğer Allah dileseydi (yaptıkları kötülüklere karşılık) onlardan başka türlü de intikam alır (onları cezalandırır)dı. Fakat böyle olması (küfre karşı mücadelenizle) sizi birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda öldürülen (şehit)lere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmayacaktır. Bkz. 2/191, 4/91, 9/5
İslam dini, savaşı en son çare olarak görür. İslam’ı, bir savaş dini ve Müslümanları da bu savaş dininin askerleri olarak görmek çok büyük haksızlık olur. Zira 23 yıllık Asr-ı saadette 85 savunma (savaşı) harekâtı gerçekleşmiştir. Bunların 57’si seriyye (Hz. Peygamberin bizzat katılmadığı savaşlar), 28’i ise gazve şeklinde olmuştur. Bu savaşların toplamında 150 şehit, 250 müşrik toplam 400 kişi ölmüştür. Kaldı ki bu savaşların tamamı her toplumun doğal hakkı olan savunma amacıyla gerçekleşmiştir. İslam’ı savaş dini olarak görenler bugün bir bomba ile on binlerce kişiyi öldürebilmektedir.
5-6. (Allah,) o cihad edenleri, hidayete erdirecek, durumlarını düzeltip ıslah edecek ve onları, kendilerine (önceden) tanıttığı cennete koyacaktır.
7. Siz ey inananlar! Eğer Allah’a (O’nun dininin yayılmasına) yardım ederseniz, (O da) size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.
“Allah’a yardım etmek” ifadesi, “O’nun öğütlerini tutmak, dinine hizmet etmek, insan için gönderdiği vahyi toplumun saadeti için insanlara ulaştırmaktır. Yani insanın kendisine yardım etmesidir” Yoksa Allah’ın kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur.
8. İnkâr edenlere gelince, onların hakkı yıkımdır. (Allah,) onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.
9. Bunun sebebi, (kendilerini yaratan ve ona göre kanunlar koyan) Allah’ın indirdiğini beğenmemeleridir. (Allah da) onların amellerini heba edecektir.
10. Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah, onları (yaptıkları yüzünden) yere geçirmiştir. (Ne zaman olursa olsun) Hakikati inkâr edenleri buna benzer (bir akıbet) beklemektedir.
11. Bu böyledir. Allah, (iyi niyet ve gayretlerinden dolayı) inananların yardımcısı ve koruyucusudur. İnkârcıların ise, hiçbir yardımcısı ve koruyucusu yoktur.
Yaşadığımız dünyada inananların durumuna baktığımız zaman Allah’ın yardımını pek göremiyoruz. Acaba Allah mı sözünde durmuyor (hâşâ) yoksa inananlar yardımı hak edecek duruşu mu gösteremiyor? Allah’ın sözünde durmaması söz konusu olmayacağına göre demek ki inananlar yardımı hak edecek durumda değil. O halde Müslümanlar imanlarıyla, inandıklarıyla, yaşadıklarıyla yüzleşmek ve Allah’ın rahmetinin neden tecelli etmediğini arayıp bulmak ve ona göre yaşamak zorundalar.
12. Doğrusu Allah, inandıktan sonra iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar, inkârcılar ise dünya hayatında zevklenir, (herhangi bir sorumluluk almadan) hayvanlar gibi yiyip içerler. (Ahirette ise) onların kalacağı yer ateş olacaktır.
13. (Ey Muhammed!) Seni (yurdundan) kovan bu toplumdan daha güçlü nice toplumları (yaptıkları yüzünden) yok ettik de onlara bir yardım eden de çıkmadı (çıkamazdı zaten)!
14. Rabbinden (aldığı) açık bir kanıta (Kur’an’a) göre davranan kimse, kötü eylemleri kendisine güzel gösterilen ve yalnızca kendi keyfine göre hareket eden kimse gibi olur mu?
15. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayan ve O’na karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren (ama sarhoşluk vermeyen şarap) meyve suyu ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlanma vardır. Bu cennetliklerin durumu ile sürekli ateşte olup da içirildiği kaynar su ile bağırsakları parçalanan kimse bir olur mu?
“İçenlere zevk veren şarap ırmakları” ifadesindeki “şarab” kelimesinden, bugün şarap diye adlandırdığımız sarhoş edici içeceklerin anlaşılmaması lazım. Kur’an’da geçen “şarab” terimi, içecek anlamındadır. Sarhoş eden ve içilmesi yasak olan içecekler “hamr (aklı örtmek)” terimiyle ifade edilmiştir. Sarhoş eden içkiler aklı örttüğü ve insan iradesini devre dışı bıraktığı için bunlara “hamr” denmiştir.
16. (Ey Muhammed!) O (müşrik)lerden seni dinlemeye gelenler de var. Sonra senin yanından çıktıkları zaman, (ashaptan) kendilerine ilim verilen kimselere alay yoluyla: “O demin ne söyledi?” diye sorarlar. İşte onlar, kalplerini (kötü niyetlerinden dolayı) Allah’ın mühürlediği, kendi heva ve heveslerine uyan kimselerdir.
17. Doğru yola ulaşmak isteyenlere gelince, Allah, onların doğru yolda kalma arzu ve yeteneklerini çoğaltır ve Allah’a karşı sorumluluk bilinçlerinin derinleşmesini sağlar.
18. O (inkârlarında ısrar eden)ler kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? İşte onun belirtileri geldi. O uyarıldıkları saat kendilerine gelip çatınca öğüt almaları neye yarar?
19. Bil ki Allah’tan başka (O’nun otoritesini paylaşacak) hiçbir ilâh yoktur. Hem kendi günahın hem de öteki bütün mümin erkek ve kadınların (günahlarının) bağışlanmasını dile! Allah, (dünyada) dönüp dolaştığınız yeri de (âhirette) varıp duracağınız yeri de çok iyi bilir.
“Kendi günahın için af dile” ifadesi Hz. Peygamberin de yanlış yapabileceği ve bu yanlıştan dönünce Allah’tan af dilemesi gerektiği anlamındadır. Peygamberler Hz. Âdem ve Yunus örneğinde olduğu gibi kusursuz ve hatasız değillerdir. Onların diğer insanlardan farkı, yanlış yaptıklarında Allah tarafından vahiy yoluyla uyarılarak derhal yanlıştan vaz geçirilmeleridir. Aksi taktirde tebliğ ve temsil makamında oldukları için yaptıkları hatalar meşruiyet kazanır. Bu ayetteki “af dileme” emrinin gerekçesi Hendek Savaşında Hz. Peygamber de dahil, savaşa katılan mü’minlerin, karşılaştıkları zorluklara karşı “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” şeklindeki çıkışları olmuştur. Nitekim Bakara suresi 2/214. âyetinde; “… Onlar (Hendek günü) öylesine sarsılmışlardı ki inananlarla birlikte resul de: ‘Allah’ın (vaat ettiği) yardımı ne zaman (gelecek)?’ diye feryat ediyordu. İyi bilin ki Allah’ın yardımı çok yakındır!” buyrulmuştur. Burada Hz. Peygamberin Allah’ın yardımının gelip gelmeyeceği konusundaki tereddüdü bir kusur ve hata olarak değerlendirilmiş, onun için Allah’tan af dilemesi emredilmiştir.
20-21. İman edenler: “Keşke (savaş hakkında) bir sûre (vahiy) indirilseydi ya!” derler. Fakat hükmü apaçık bir vahiy indirilip de onda savaştan söz edilince; kalplerinde (şüphe ve nifaktan) bir hastalık bulunanların, ölüm baygınlığına girmiş kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Oysa (gerçek mü’minlere düşen) itaat etmek ve (Allah’ın emri karşısında) verilmesi gereken en uygun cevabı vermektir. Sonra savaşa karar verildiğinde, Allah’a verdikleri sözde dursalardı kendileri için daha iyi olurdu. Bkz. 4/77.
Savaşla ilgili inen ayetler “muhkem” ayetlerdir. Yani onların hükmü kesindir. Savaşla ilgili bu emir gelince, münafıklar ne yapacağını şaşırdılar. Çünkü oturdukları ve eğlendikleri yerden Müslümanlardan yana görünmek kolaydı ama savaşa katılarak Müslümanların safında yer almak onlar için zordu. Çünkü inanmadıkları bir din ve sevmedikleri bir toplum için hayatlarından ya da rahatlarından olacaklardı. İşte bu ayet, münafıkla mü’mini birbirinden ayıran bir mihenk olmuştur.
Bir de “kalplerinde hastalık bulunanlar” var. Bunlar düşünsel ve duygusal alanlarda yeterli seviyeye çıkamamış, kabul edilebilir emin olma noktasına gelememiş kişilerdir. Bu durumdakilerin zihinlerinde şüphe ve belirsizlik, gönüllerinde isteksizlik ve kaçıp kurtulma duygusu vardır. Bunlar da imanla küfür arasında bir çizgide bulunmaktadır ki bunun dinde herhangi bir karşılığı yoktur. İnsan ya mü’mindir ya da kâfir, ikisinin arasında bir statü sözkonusu değildir.
Ayette geçen “sûre” terimini burada “vahiy” olarak çevirmek daha doğru olur, çünkü savaş meselesi ile ilgilenen tek başına herhangi bir sure yoktur. Ama birçok surede savaş konusunu işleyen ya da bu konuya çeşitli atıflar yapılan çokça ayet bulunmaktadır.
22. (Ey münafıklar!) Şimdi siz, savaşa sırt çevirirseniz, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmış, akrabalık bağlarınızı koparmış ve böylece (Allah’a) isyan etmiş olmaz mısınız?
Ayetteki “soru”, İslam öncesi Arap dünyasının içinde bulunduğu karanlığa, zıvanadan çıkmışlığa ve anlamsız savaşlara bir işarettir.
23. Böyleleri, (kötü niyet ve eylemlerinden dolayı) Allah’ın, rahmetinden kovduğu, (hakikatin sesine karşı kulaklarını) sağırlaştırdığı ve (gerçeğe karşı) gözlerini körleştirdiği kimselerdir!
24. Bunlar, Kur’an’ı iyiden iyiye düşünmezler mi? Yoksa (Kur’an’ı anlamamak için) kalplerine kilit mi vurulmuştur?
Bu hitap doğrudan o günün inkârcılarına olsa da bugün için bu ayetin birinci muhatabı Müslümanlardır. Zira Müslümanlar Kur’an’ı sadece lafız tekrarı yaparak terennüm ediyor, onun Arapça metnini güzel sesli insanlara okutarak geçici bir rahatlama yaşıyor, onun harflerinin mahreçleriyle gırtlak ve diyafram egzersizleriyle zaman tüketiyor, değişik adlarla anılan bir sürü kıraat programlarına katılarak onun anlaşılmayan metni üzerinde çalışmalar yapıyor. Ama onun hükümlerini iyiden iyiye düşünecek, ondaki öğretileri hayata geçirecek ve onun ahlakî değerlerinden faydalanacak bir çalışmaya girmiyor, onun rehberlik edeceği ve ebedi saadet yurduna taşıyacağı bir yaşam geliştirmiyor. Oysa Kur’an hayata müdahale etmek için gelmiş, yaratılış safiyetinden uzaklaşan insanları fıtratına döndürmek için nazil olmuştur.
Ayetleri ve sureleri anlaşılmayan ve üzerlerinde düşünülmeyen bir kitap insanlar için nasıl yol gösterici olabilir? Asırlardır Kur’an’ın anlaşılması için gecesini gündüzüne katarak çalışma yapan erdemli insanların gayretine rağmen Müslümanların Kur’an’ı anlamak, onunla yaşamak ve onun ahlakıyla ahlaklanmak diye bir derdi olmuyor. Acaba âyetin soru cümlesinde olduğu gibi Kur’an’ı anlamak konusunda Müslümanların kalplerine amellerinin karşılığı olarak kilit mi vurulmuştur?
25. Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan süsleyip bezemiş ve onları sahte ve düzmece ümitlerle doldurmuştur.
26. (Evet, münafıklar ona arka dönerler) çünkü onlar, Allah’ın vahyettiğini beğenmeyenlere; “Bazı konularda size uyacağız” demişlerdir. Ama Allah onların gizledikleri düşüncelerini bilir.
Müslümanlarla o günün Yahudileri arasında savaşlarda birlikte hareket edileceğine dair anlaşma olsa da birçok konuda Yahudiler münafıklarla el altından anlaşmaya çalışıyorlardı. Gelen vahiylerle ilgili olarak Yahudiler münafıklara: “Biz, size Peygambere düşmanlık ve savaşlardan geri kalmak gibi bazı işlerde uyacağız siz de bize gelen vahiylere itaat etmemekle uyun” diyorlardı. Bunun için münafıklar da onlara uyarak gelen ayetlere arka dönüyorlardı. Oysa Allah, onların bu gizli konuşmalarını biliyordu. Nitekim ayetin son cümlesinde: “Allah, onların o gizli konuşmalarını biliyor” buyrularak, münafıklara karşı tedbirli olunması gerektiğine işaret ediliyor.
27. Peki, melekler, onların yüzlerine, sırtlarına vurarak canlarını alırken halleri ne olacak?
28. Bu, Allah’ın lanetlediği şeylere uydukları ve O’nun hoşnut olduğu şeyleri beğenmedikleri içindir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.
29. Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar sandılar mı ki, Allah onların kinlerini meydana çıkarmayacaktır? Bkz. 9/64
30. (Ey Muhammed!) Eğer dileseydik, onları sana gösterirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun, sen onları konuşma tarzlarından (seslerinin tonundan) da tanırsın. Allah, bütün yaptıklarınızı biliyor.
31. Andolsun ki, içinizden, üstün gayret gösterenleri ve sıkıntılara göğüs gerenleri belirlemek için sizi imtihan edeceğiz. Ayrıca söz ve davranışlarınızın (örtüşüp örtüşmediğini de) deneyeceğiz.
32. Gerçek şu ki, hakikati inkâr edenler, (başkalarını) Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol rehberliği tevdi edildikten sonra resule karşı gelenler Allah’a hiçbir şekilde zarar veremezler. (Allah,) onların bütün çalışmalarını değersiz kılacak, boşa çıkaracaktır. Bkz. 4/167
Yapılan iyiliklerin Allah katında bir anlam ifade edebilmesi için temelinde iman ve samimiyet olması icap eder. Birinci ayette de görüldüğü gibi inkâr eden ve Allah yolundan alıkoyan kimsenin, durumu ne olursa olsun yapacağı hiçbir çalışma Allah nezdinde kabul görmeyecektir. Çünkü insanların öncelikli vazifesi Allah’a inanmak, O’nu anlamak ve O’na kul olmaktır. Bütün çalışmalar bu temel üzerinde inşa edilmelidir.
33. Ey inananlar! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. (İtaatsizlik ederek) çalışmalarınızı işe yaramaz hale getirmeyin.
34. İnkâr eden, (başkalarını) Allah yolundan alıkoyan, sonra da inkârcılar olarak ölenler var ya, işte Allah onları asla bağışlamayacaktır. Bkz. 4/168
35. Sakın, (hak bir dava uğrunda mücadele ettiğinizde) korkup gevşemeyin ve siz daha üstün iken barış için (düşmanlarınıza) yalvarıp yakarmayın! Allah sizinle beraberdir. O sizin çalışmalarınızı asla boşa çıkarmayacaktır.
Müslümanlar her şeyden önce güçlü olmalıdır. Güçlü olmak için de çağın şartlarına göre inançla ve azimle çalışmalıdır. Ondan sonra inandıklarını asrın idrâkine sunmalı ve zulmün bertaraf edilmesi için mücadele vermelidir. İster zayıf durumda olsun ister güçlü durumda haklı olduğu davasından asla vazgeçmemeli ve barış için taviz vermemelidir. Ancak bu demek değildir ki; Müslümanlar barış istemeyecekler. Müslümanların her koşulda ilk istediği barış olacak ama barışa yanaşmayan taraf savaşı başlatıyorsa Müslüman savaştan geri duramaz, inandıklarından taviz vererek yeniden masaya oturamaz.
36. Doğrusu, dünya hayatı, bir oyundan ve eğlenceden ibarettir. Eğer (Allah’a) inanır ve O’na karşı gelmekten sakınırsanız (Allah) size her türlü mükâfatı verir ve sizden sahip olduğunuz bütün varlıkları (kendi davası uğrunda feda etmenizi) istemez.
37. Eğer (Allah) sizden (sahip olduğunuz) her şeyi isteyip de sizi zorlasaydı (onlara) cimrice sarılırdınız. (Bu da) sizin ahlâkî zaaflarınızı ortaya çıkarmış olurdu.
38. İşte sizler (Ey inananlar!) Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz; fakat içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik eder. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’tır. Muhtaç olan sizlersiniz. Eğer (O’ndan) yüz çevirirseniz, başka toplumları sizin yerinize geçirir ve onlar sizin gibi yapmazlar!